Son zamanlarda aşka dair yazılan yazılarda belirgin bir artış olduğu gözden ka çmıyor. Aşk şiirleri antolojilerine yetişene aşk olsun. Söz dönüp dolaşıp bir şekilde aşka dayandırılıp aşksızlığa vurgu yapılarak bitiriliyor. Bahsettiğim aşk öyle göğüste kurşun gibi taşınan cinsten de değil artık. Ya taşınamayacak kadar (gayrimenkul) devasa bir ağırlık teşkil eden özelliklere sahip, ya da ele avuca, bakışa ve dokunuşa konu olamayacak kadar sikletten yoksun. Aşkınlığı olan bir aşkın ortalığı kapladığından müşteki olduğum sanılmasın. Profan bir dünyada her şeyin günü birlik “kullan ve at” mantığıyla şekillendiği ortamda vadesiz ilişki ve bağlantılara girebilecek işlevsel bir kalbin kalmadığını biliyorum. Hızını ve enerjisini belli bir yaşantıdan almayan bilgisel ve kurgusal duyuşların ortalığa gelişigüzel saçılmasından ibaret her şey.
Daha önceki yıllarda bu denli örneğine rastlamadığımız yoğunlukta özellikle müslüman dünya görüşüne bağlı şair ve yazarların aşkı neredeyse hayatın yegane tema’sı haline getirmeleri belli bir açığı kapatma ihtiyacından kaynaklanıyor olabilir. Donuk ve mat yazınsal hayatın atmosferi taze bir havayla aralanmak isteniyor. Derin bir aşk şiiri geleneğine sahip olunmasına rağmen böyle bir iklimden yoksun oluş, yönünü belli bir süre başka duyarlıklara çevirmiştir.
Dini hayatın toplumsal ve zihni değişmelerle yeniden şekillenmesiyle birlikte bir zamanlar şeytanın enstrümanları denilen müzikaliteye dair araçlar icazet almış dolayısıyla müziğin “aşk”sız ketum kalacağı düşüncesiyle aşka itibarı geri verilmiştir. Müzikteki içeriğe dair bu değişim onunla aynı güzergahta ilerleyen şiirde de kendini göstermiş, ortalık mecnundan fuzûn aşk istidadlılarından ve fuzuliden de fuzûn aşk şairlerinden geçilmez olmuş. Çıkan her dört şiir kitabından ikisinin isminin aşkla ilgili olduğu düşünülürse mesele daha kolay anlaşılır sanırım.
Aşk tema’lı şiir ve yazılarda dikkat çeken başka bir taraf da bu konularda yazanların büyük çoğunluğunun gençlik yaşını geride bırakmış olgunluk yaşı ile ihtiyarlık arasında bir yerlerde oluşlarıdır. Yaşanmamış aşkları sözle geri getirmeye benzer bir çağrı edasını sezmek zor değil bu yazılanlarda. Bu geç kalmışlık duygusu ayrı bir trajedi. “Aşk bizden kaçanı yakalamak için duyulan çılgın arzudan başka bir şey değildir” diyor Montaigne. Bizden kaçanı yakalamayı kaçırmak daha büyük bir acı olsa gerek. Zira ulaşamasak da (ki asıl olan budur) peşinde koşmak, yakalamaya çalışmak insan hayatında bir yerlere tekabül edip belli bir yaşamsal boşluğu doldurur. Oysa “peşinden koşmayı ve yakalamayı kaçırmak” telafisi en zor olandır.
Aşkı anlatmak yaşanmamışlığın gizli bir itirafı iken onu anlatmanın en pratik, kestirme ve doğal yolu yaşanılır kılmak, hayata katmaktır. Aşkı yaşamak onun üçüncü şahıslara intikalini engelleyen henüz sözcük aşamasına ulaşmamış şifresel dile aynı anda sahip olmak demektir.
“Asla uğraşma aşkını anlatmaya
Aşk var olur yalnızca dile gelmeden
Nasıl hareket ederse soylu rüzgar
Sessizce görünmeden
Anlattım aşkımı, anlattım aşkımı
Anlattım ona yüreğimdekileri
Titreyerek dehşetli korkularla, buz gibi
Ah! yanımdan ayrıldı”
(William Blake)