Olabildiğine karanlık İstanbul gecelerinden birinde ıssız -belki de hatta ürkütücü- bir sokakta bilinçsizce yürüyordu. Doğrusu nereye gittiğini hiç bilmiyordu. Bilmek zorunda da değildi zaten.
Aniden -karşıdan hızlı adımlarla gelen- orta boylu, zayıf bedenin varlığını hissetti. Rahatsız oldu. Gittikçe kendine yaklaşan bu bedenin -ilk bakışta adam gibi bir adam olduğu izlenimini veren- şık giyimli biri olduğunu anlayınca iyiden iyiye canı sıkıldı. Bu gereksiz can sıkıntısının tek nedeni kelli felli, genç adamın kendini dikkatle gözlemlediğini sanmasıydı. Hatta az sonra -daha da ileri giderek adamın; “Bu sokaktan bilinçsizce kaçıncı geçişin be kardeşim! Başka işin yok mu senin?” diye sorduğunu varsaydı. Sonra bu varsayımının üzerine yeni bir varsayım daha ekledi ve kelli felli adamla kendi içinde amansız bir tartışmaya girişti:
– Elbette gezerim. Babanın sokağı değil ya.
– Evet babamın sokağı olmadığı doğru. Ama her canı sıkılanın -morali bozuldumu sıklıkla soluğu aldığı değişmez mekan hiç değil.
– Canı sıkılan biri olduğumu ve moralim bozulduğunda soluğu burada aldığımı nereden çıkardın?
– Ben anlarım arkadaş. İnsan sarrafıyım. Gözlerinde umutsuz bir fersizlik, yürüyüşünde avare bir hiçliğin izleri var.
– Hoppala! Lafa bak lafa. Adam gibi bir adam olduğunu ispatlamak için felsefeyle karışık edebiyat parçalıyorsun ama, aslında böylelikle kendini ele veriyorsun. Gözlerime bir daha bak istersen. Taa derinlerinde umutlu bir inancı duyumsayacaksın. Sonra yürüyüşümde avare bir hiçlik yok. Ben ne nihilist, ne de egzistansiyalistim. Hem de avare değil, olabildiğine yoğun biriyim.
– Vay! Felsefeci bozuntusu. Bu kadar konuşmak için çok düşünüyor olmalısın. Çok düşünüyorsan avaresindir. İşte o kadar. Gene benim dediğime gel sen.
– Tabi ki düşüneceğim. Aynı zamanda eylemde de bulunacağım. Hem sen kime felsefeci bozuntusu diyorsun.
– Kime olacak, sana.
– Sen belanı mı arıyorsun be adam? Eğer arıyorsan tam üstüne bastın.
– Evet arıyorum, versene belamı. Fasulye gibi nimetten mi sayıyorsun kendini?
– Ulan yedi denizin dışarı attığı. Şimdi ben sana dünyanın kaç bucak olduğunu gösteririm.
– Dur yapma. Kaçık mısın sen?
– Kaçığım ya! Esaslı kaçık hem de. Ne sandın?
– Tamam, tamam. Uzatma. Senle uğraşamam şimdi.
Al işte! Az önce karşısında aslan gibi kükreyen adam şimdi insan gibi konuşmaya başlamıştı. Ne yapsındı şimdi bunu? Vursa bir türlü, vurmasa bir türlüydü? “Soğan erkeği” dedi adamın duyabileceği bir sesle. Sonra devam etti:
“Güçlü olduğunu sandığın zaman saldırıyorsun, güçsüzlüğünün farkına vardığın an insanlığın aklına geliyor.”
Tekmil insanlar böyle değil miydi sanki? Sırtlarını herhangi bir güvenceye yasladıklarını hissettikleri durumlarda karşılarında her kim varsa bir kaşık suda boğmaya çalışırlardı. Bedensel -daha çok da- tinsel güçlerinin -aslında güçsüzlüklerinin- farkına vardıklarında ise; kaşığı, suyu falan unutup insanca savunmaya geçer ve tehlikeyi savuşturduktan hemen sonra kirişi kırarlardı.
Birden yüksekçe bir kaldırım taşına takılıp yere düştü. Yoğunlukla düşünürken ne olduğunu anlayamadan hafif bedenini yerde bulmuştu. Ana avrat sövdü. Sonra bedeninin tüm hafifliğini kullanarak alelacele ayağa kalktı. Tuhaf bir çekingenlikle çevresine baktı. Etrafta kimseyi göremedi. Varsayımlarında kavga ettiği kelli felli genç adam yoktu.
“Hayret! Peki ben kiminle kavga ettim?” diye sordu. Olan bitene bir anlam verememişti. Uzunca bir “Boşver” çekti. Yine tüm kızgınlığı üzerindeydi. -Hoş! Tersine pek tanıklık etmemişti zaten.- Genelde asabiydi. Çoklukla tüm evrene ve içindekilere lanet okur, hatta kimi zaman lanet okuduğu evreni -içindekilerle birlikte- düşlerinde yok ederdi. Bazen de daha azını yapar, hiç gereği yokken içindeki bir başkasıyla kavga ederdi. Eğer kavgaya konsantre olduğu anlarda bir başka herhangi bir şey dikkatini dağıtırsa bu kez o şeyle gerçekten kavga etmeye başlar ve bütün hışmını ondan çıkarırdı.
İşte tam böyle zamanlarda -daha önce kavga ettiği- içindeki bir başkasının bu defa bitmek bilmeyen uyarılarını, hatta öğütlerini dinlemek zorunda kalırdı. ‘Öteki benliği’ adını verdiği bu bir başkası kendisinin tam zıttı bir özyapıya sahipti. Mesela kendi asabiydi, öteki sakin. Kendi olabildiğine idealist, uzlaşmaz, kötümser ve bir o kadar da hırslıyken; öteki olabildiğine gerçekçi, uzlaşmacı, iyimser ve bir o kadar da elindekilerle yetinen bir tipti.
Sıklıkla çok kızardı ‘öteki benliğine.’ Hatta herkesten ve herşeyden daha fazla… Aslında en büyük düşmanı oydu. Onu içinden kovmadıkça özgürleşemeyecek ve ‘kendi’ olamayacaktı. “Birgün behemahal” dedi. Ardından devam etti: “Behemahal kovacağım onu içimden.”
Yoğun düşünsel devinimlerini aniden sonlandırdı. Duraksadı ve gökyüzüne baktı. Bütün sınırsızlığı ve yüksek dinginliğiyle doğmaya yazan güneşi kucaklamaya hazırlanıyordu. Bu hazırlık -aynı zamanda- sınırlı, devinimli ve alçak İstanbul günlerinden birini karşılamak için yapılmış sıradan bir hazırlık gibi geldi ona. Gibi değil, aslında basbayağı öyleydi.
Sonra tekrar yürümeye koyuldu. Tramvay yoluna çıkmak için bir paşanın adını taşıyan caminin avlusuna yöneldi. Hızla yürürken aniden, avlunun sol tarafında -beyaz mermer taştan yapılmış- sofavari yükseltinin üzerindeki nesne dikkatini çekti. Havanın karanlığından daha belirgin bir karaltıyla duran nesneye doğru uygun adımlarla yürüdü. İyice yaklaşınca karaltı, hafif kirli bir maviliğe; nesne de, küçük bir çantaya dönüştü. Daha doğrusu kendi, karaltı halinde duran nesnenin kirli mavi bir çanta olduğunu yaklaşınca algıladı.
“Sahibi kim acaba?” diye düşündü. Çevresine bakındı. Kimsecikler yoktu. Durumu garipsedi. Böyle aykırı bir saatte, bu çantanın burada ne işi vardı? Sahipsiz olmamak gerekirdi. İyi de, öyleyse sahibi nereye gitmişti? Beynini kemiren bu soruların yanıtını ararken, kararsız bir kararlılıkla -kendi içinde- çantayı sahiplendi ve bilinçsiz bir edimle çantanın yanına oturdu.
Bir cigara yaktı. Derin bir nefesle içine çektiği ilk dumanları ancak dördüncü üfleyişte ciğerlerinden kovabildi. Elini iki yanağına koyup, başını öne eğdi ve düşünmeye başladı.
Aniden çantaya ya da kendine yaklaşan bedenin gölge adımlarıyla irkildi. Kafasını kaldırdı. Genç bir kız, kızgınlıkla çattığı kaşlarının -her iki gözüne de- yansıttığı sert bir ifadeyle çantaya doğru geliyordu. Kızın gözlerindeki bakışları çantaya yönelik, kaşlarındaki çatıklığı ise kendine yönelik olarak yorumladı.
“Galiba çantanın sahibi” diye düşünmesine bile fırsat vermeden kız çantayı aldı. Sonra hiçbir şey söylemeden, hızlı -ve bir o kadar da kızgın- adımlarla uzaklaştı. Zorlukla yutkundu. Şaşkın gözlerle kızın arkasından baktı.
Sonra birden yüz hatları gerildi. Kendi de kızmıştı. Kimdi bu? Hem niye öyle kaşlarını çatmış ve tek kelime bile etmeden -bütün hışmıyla- çantayı alıp gitmişti? Oysa çantayı kendi sahiplenmiş ve ne güzel de yanına oturmuştu. Sinirlendi. Sonra, “Çantan da, kaşların da, gözlerin de senin olsun” dedi yüksek bir sesle. Daha fazla üzerinde durmadı ama, olan bitene mim koymayı da ihmal etmedi.
Saçlarını -kafatası kemiklerini sızlatırcasına- düşen iri yağmur tanelerinin darbeleriyle düşüncelerinden sıyrıldı. Kafası bozuldu. Kafasını bozan yağmur -ya da iri taneleri- değildi. Yağmuru pek sevmezdi ama, olmamak gerektiğini de düşünmezdi. Çünkü yağmur olmasa, güneşli güzel günlerin ve giderek o günlere duyulan özlemin ne anlamı kalırdı?
Fakat buna rağmen İstanbul’un yağmurla barışık olması pek canını sıkmıyor değildi yani. Fazla yağmasa iyi olurdu. Çünkü çoklukla yağdığı zaman yerler çamurdan geçilmiyordu. Nitekim böyle yağmaya devam ederse -korktuğu başına gelecek- ve ortalık ‘az sonra’ çal çamur olacaktı. “Az sonra” dedi yüksek bir sesle. Sonra kısık bir sesle devam etti: “Ama şimdi, şu an değil.”
Birden sırtına dokunan pervasız elin sıcak duyumuyla irkildi. “Hoppala! Kim acaba?” diye düşünmesi için zihnine fırsat vermeden döndü. Döner dönmez uzun boylu, tıknaz bir adamın bıyıkaltından gülümseyişiyle karşılaştı. Üst dudağının ilk kıvrımlarını kaplayan ‘komünist bıyığı’ ve uzun sakalıyla adeta “Ben düşkünüm” diye bağıran adamın -daha çok alt dudak kaslarının devinimiyle dillendirdiği- “Sadece bir cigara” isteğini fazlasıyla yerine getirdi. Cebinden çıkardığı bir paket Marlboro’yu -cömert bir gülümseyişle- adamın etli, kocaman eline sıkıştırdı. Adam -ciğerlerinin az sonra bayram edeceğinin bilinciyle- keyifli adımlarla uzaklaşırken, kendi dondu kaldı. Adamın zavallı, düşkün hali; eskileri -çook eskileri- anımsamasına yetmişti.
Çocukluktan gençliğe henüz adım attığı yıllarda birini tanımıştı. Adı Cumali’ydi. Cumali -nerdeyse- bütün zamanını kuytu köşelerde şarap içmekle geçirir, kafayı bulduktan sonra -kendi gibi- yeni yetme gençlere nasihat ederdi. Çoklukla sabah kahvaltısını bile şarapla yaptığı için ‘Şarap Cumali’ derlerdi ona. Cumali’nin bıyıkları da -az önce cigara paketini verdiği- adamın bıyıklarına benzerdi.
Ama -üst dudağının ilk kıvrımlarını kaplayan fırça bıyığıyla değil- yüreği ve beyniyle harbi komünistti Cumali. Yılmaz Güney’i de çok severdi. Fakat sadece -o da kendi gibi- komünist olduğu için değil. Adana Erkek Lisesi’ni beraber bitirmişlerdi. Buna rağmen ondan pek bahsetmez, gençlerin onunla ilgili meraklı suallerini hep geçiştirirdi.
Ama birgün -ayık kafayla- kendisine anlatmıştı Yılmaz Güney’i. O gün saatlerce sohbet etmişler; Marx’ı, Engels’i, Lenin’i ve bilimsel sosyalizmi konuşmuşlardı. Hatta Cumali -hızını alamamış- devrimci kavgalarından ve cezaevi anılarından dem vurmuştu.
Pek keyif aldığı bu sohbetin yapıldığının ertesi günü kötü bir haberle sarsılmıştı. Cumali yanarak ölmüştü. Cesedinin yanında bir ispirto şişesi bulunmuştu. Kuvvetle muhtemel o gün -yeterince parası olmadığı için- şarap yerine ispirto almış, içerken üzerine döktüğü ispirtonun cigarasıyla alevlenmesi sonucu yanarak can vermişti. Kimbilir belki de intihar etmişti.
Aniden hemen hemen tüm bedenini -en çok da- yüzünü ıslatan çamurla karışık suyun soğuk duyumuyla irkildi. Yoldan geçen arabalardan biri üzerine çamurlu su sıçratmıştı. Arabaya ve şoförüne yüksek sesle ağız dolusu bir küfür savurdu. Şoför -bu kaba küfrü duymamış olacak ki- araba yoluna devam etti. Tüm giysileri berbat olmuştu. Sonra, bu şehrin çamuru -öyle lanetti ki- bir iki çitilemeyle hayatta çıkmazdı. Kim yıkayacaktı şimdi bu giysileri? Üzerini değiştirmek için eve gitmeye karar verdi. Yolunu değiştirdi. Bir saat sonra eve vardı. İyiden iyiye yorulmuştu. Üzerini değiştirdikten hemen sonra yatağa attı kendini. Ardından derin bir uykuya daldı.
Neden sonra uyandı. Tüm bedenini kuvvetle gerdi ve yavaşça esnedi. Ardından bütün aceleciliğiyle dışarı çıktı. Sinemaya gidecekti. Hangi filmi izleyeceğine karar vermek için tüm seçenekleri zihninde taradı. Artık -iyiden iyiye yaşlandığı için- aksiyon filmlerine henüz veda ettiği söylenen yeşil gözlü aktörün son filmine gitmeye karar verdi. Sondan bir önceki filmini izlemişti bu aktörün. Kendisine hiç yakışmayan üç saatlik mızmız bir filmde, soğuk bir rol almıştı. Neyse ki- büyük beğeni toplayan- nostaljik ve heyecanlı bir filmle noktalamıştı aksiyon filmlerindeki kariyerini.
Sinemaya giden yola çıkmak için kirli mavi çantayı ve çatık kaşlı sahibini gördüğü caminin avlusuna girdi. Hemen sonra beyaz mermer taştan yapılmış sofavari yükseltiye gözlerinin bilinçsiz edimiyle baktı. Aynı yerde karaltı halinde duran bir nesne görünce dikkat kesildi. Ardından meraklı adımlarla nesneye yaklaştı. Bu kez; karaltının kirli bir mavilik, nesnenin de küçük bir çanta olduğunu daha kolay algıladı. Çantayı -kendi içinde bile olsa- sahiplenmedi ama, yine de bilinçli bir edimle çantanın yanına oturdu.
Bir cigara yaktı ve düşünmeye başladı. Çantanın sahibi olan kız, birazdan yine gelecekti. Kızın çatık kaşlarını anımsadı. Bu kez düş kurmaya başladı. Düşünde kızın kaşları daha da çatıldıkta, kendininkiler olabildiğine gevşiyor ve giderek içi gülen gözleriyle belirgin bir işbirliği yapıyordu. Buna rağmen kızın çatık kaşlarının tüm yüzüne yansıttığı sert ifade değişmeyince bu kez -kendi alnının demirbaş kırışıklarını da yok ederek- dudaklarıyla tebessüm etmeye başlıyor, ama kızın yüz hatları bir türlü gevşemiyordu.
Gerçekte kendi kaşları çatıktı çoklukla. Gülümsemeyi falan pek bilmezdi. Ama az önce -düşünde bile olsa- tebessüm etmiş, yine de kızın kaşlarındaki çatıklığı yok saymayı başaramamıştı.
Korkuyla düşünden sıyrıldı. Evet korkmuştu kızın çatık kaşlarından. Aslında anlam veremediği ve zihninde çözemediği herşeyden korkardı. Mesela ‘öteki benliği’ korktuğu bu şeylerin başında gelirdi. Onun hangi güce hizmet ettiğini ve hatta kime ait olduğunu bir türlü kavrayamamıştı. Sadece onu düşman edinmişti, o kadar. Kirli mavi çantanın sahibi olan kızın çatık kaşlarına da bir anlam verememişti. Gerçi -öteki benliği gibi- düşman edinmemişti onu ama, dost gibi gördüğü de pek söylenemezdi. “Evet o ne dostum, ne de düşmanım” dedi usulca.
“Peki ne?” sorusunun cevabını kendi içinde vermeye hazırlanırken sinirli bir elin çantaya uzandığını farketti. İstençsiz bir edimle, kendi de elini çantaya uzattı ve onu kuvvetle kavradı. Ardından yavaşça başını kaldırdı. Çatık kaşlı kızın, kızgın gözlerle kendine baktığını görünce süratle başını çevirdi. Kız, çantasını bütün hışmıyla çekerken, onun kavrayışının bütün kuvveti çoktan yitmiş ve eli şiddetli bir çekingenlikle çantadan uzaklaşmıştı.
Kız, süratle sırtını dönüp tekrar yürümeye başlayana kadar ona bakmadı. Ve uzaklaştığına emin olduktan sonra arkasından bakakaldı. İstençsizce bile olsa yanlış yapmıştı. Çanta kendinin değildi. Elalemin çantasını ne diye sahiplenmişti ki? “Kimbilir ne düşündü hakkımda?” dedi. Ardından kendi sorusunun cevabını yine kendi verdi: “Ne düşünecek. Hiç düşünmemiş, sadece kızmıştır.”
Tabii canım! Öyleydi. Hayra alamet değildi o sert bakışlar. Sonra kendi düşüncelerini yokladı. İlk anda hiçbir anlam veremedi. Kız gelmeden önce düş kurarken korkmuş, kız gelip bütün hışmıyla çantayı alınca çekinmişti. Evet çekinmişti, hem de adamakıllı… Peki ya sonra?
Yoğunlukla düşünürken, bilinçsizce ısırdığı alt dudağından küçük bir et parçası kopardığını farketti. Elini dudağına götürdü. Kanıyordu. Cebinden kirli beyaz mendilini çıkardı ve temiz tarafıyla dudağını sildi.
Az önceki soruya takıldı yine aklı. Peki ya sonra ne olmuştu? Sorunun cevabını veremedi. Sadece tuhaf şeyler hissettiğini biliyor, ama artık korkmuyordu. Zihnini Kantçı bir bilinemezcilik kapladı. Fakat -Kant’ınki gibi ‘eleştirel ve aşkın değil, kuşkucu ve içkin bir bilinemezcilikti’ bu.
Aniden eve gitmeye karar verdi. Sinemayı, yeşil gözlü aktörün son filmini falan unutmuştu. Ertesi gün yine gelmek üzere ayrıldı oradan. Eve vardığında saat epeyce ilerlemişti. Bütün gece uyumadı. İstanbul yeni bir güne hazırlanırken, kendi de dışarı çıkmak üzere hazırlandı ve soluğu aynı yerde aldı. Ama ne çantayı, ne de çatık kaşlı sahibini görebildi. Can sıkıntısıyla eve döndü. Ertesi gün tekrar aynı yere gitti. Çanta ve çatık kaşlı sahibi yine yoktu. Ertesi gün ve daha ertesi gün tekrar denedi. Fakat her ikisini de göremedi. Yağmur sularıyla ıslanan sofavari yükseltinin üzerine umutsuzca oturdu ve düşünmeye başladı.
Çatık kaşlı kız niye gelmiyordu? Kendi gelmeyecekse bari çantasını bıraksındı. “Çantayı mı özlüyorum, yoksa sahibini mi?” diye sordu. Aslında her ikisini de özlüyordu. Ama günlerdir; ne çantayı, ne de sahibini görebiliyordu. “Galiba benim yüzümden gelmiyor” dedi yüksek bir sesle. Peki çantasını sahiplenmesine mi kızmıştı, yoksa oracıkta beklemesine mi? Besbelli her ikisine de kızmıştı. Kızmasa pekala gelirdi.
Umarsız ayağa kalktı ve yürümeye başladı. Morali bozulmuştu. Ağzında dolaştırdığı hilali azıdişleriyle ikiye ayırdı ve yere tükürdü. Eve gitmek üzere yola koyulduktan sonra, “Birgün behemahal” dedi. Ardından mırıldanarak devam etti: “Behemahal her ikisini de göreceğim.”
Aniden sinirlendi. Adımlarını sıklaştırdı. Sinirlendiği zaman hızlı yürür, hızlı yürüdüğü zaman -nerdeyse diz hizasına kadar- pantolonuna çamur sıçratırdı. Bir süre sonra eve vardı. Pantolonuna baktı. Nerdeyse diz hizasına kadar çamurla kaplanmıştı. Üzerini değiştirdi ve hemen ardından yatağa attı kendini. Daha sonrasını hatırlamadı. Ertesi sabah uyandı. Saate baktı. Deliksiz uyumuştu. Kalktı ve alelacele üzerini giyindi. Yine aynı yere gidecekti. Yola koyuldu. Neden sonra çantayı ve çatık kaşlı sahibini gördüğü caminin avlusuna vardı. Beyaz mermer taştan yapılmış sofavari yükseltiye umut dolu gözlerle baktı.
Birden yüzü süratle başkalaştı. Gözlerindeki umut, şaşkınlıkla yer değiştirdi. Sofavari yükseltinin üzerinde duran kirli mavi çantanın hemen yanında bir genç oturuyordu. İki elinin arasına aldığı başını öne eğmişti. Besbelli yoğunlukla düşünüyordu. Yüzünde uzlaşmacı ve iyimser bir ifade vardı. Elindekilerle yetinen gerçekçi bir tip olduğu her halinden belliydi.
Onu hemen tanımıştı. Birden aklına parlak bir fikir geldi. Yüzünde bir kaşif edasıyla ‘öteki benliğine’ kaba bir küfür savurdu. Hiçbir yanıt alamadı. Oysa her zaman, ona yönelik küfürlerinin karşılığını fazlasıyla alırdı. Durumu anlamaya başlamıştı. Emin olmak için bu kez daha ağır bir küfürle sataştı ‘öteki benliğine.’ Küfrü yine karşılıksız kaldı. Artık emin olmuştu.
Hemen sonra çatık kaşlı kızın; çantanın yanındaki gence yaklaştığını farketti. Gerçi, kızın kaşlarındaki çatıklar, gözlerindeki sert ifade falan gitmişti ama, bu kez de yerini
-yüzünün tüm kıvrımlarını kaplayan- soğuk ve içtenliksiz bir tebessüme bırakmıştı.
Genç ise, sıcak ve içten bir tebessümle çantayı kıza uzattı. Sonra her ikisi de; gözlerini, uzaklardaki -taa uzaklardaki- aynı noktaya sabitleyip; o noktaya doğru sabırlı adımlarla -ilk kez- yürümek yerine, birbirlerinin gözlerine sabırsızca bakarak
-ilk ve son kez- yollarını ayırdılar.
Yüksek bir sesle, “Kirli mavi çanta, çatık kaşlı kız ve öteki benliğim. Her üçünüzü de seviyorum” dedi. Önce -kırgın gözlerle- çantaya ve çatık kaşlı kıza baktı. Sonra
-barışçıl gözlerle- ‘öteki benliğine’… Gözlerini ‘öteki benliğine’ sabitledi ve ona doğru sabırlı adımlarla -ilk kez- yürümeye başladı. Neden sonra gözlerinin sabitlendiği noktaya varınca -sesini olabildiğine alçaltarak- son noktayı koydu:
“Artık hepimiz de özgürüz.”