Şehirden Kaçış
Şehir…
Sokaklarıyla arabalarıyla, yüksek yüksek binalarıyla ve rengarenk insanlarıyla şehir… Bazılarına göre korkunç, bazılarına göre korkunç ve çekilmez ve bazılarına göre de ulaşılması zor bir ütopya. O (ikinci bazılarından biri de hiç şüphesiz ki benim. İstanbul’da yaşamak ve İstanbullu olmak hayal olurdu benim için hep o güzel ilçemizde yaşadığım yıllar için.) Şehirlerin gürültüsü, karmaşası ve yollara yığılan, usulsüz park edişleriyle insanı çileden çıkaran otomobiller ve modern kağnılar… Şehirler sadece bunlardan ibaret değil elbette. Bu keşmekeşin ve beton yığınlarının arasında az da olsa hayatlarını sürdürmeyi devam ettiren bir kaç tane çınar, çam veya akasya… Biraz da ayakta kalabilmiş ve canavar bir motorun keskin dişlerinden kendini koruyabilmiş bu ağaçların etrafındaki çimlerde yığın yığın duran insanın ağız fışkısı olan izmaritler…
Şehirlerin insanı da bir başka… Öbek öbek toplanıp “aş” ve “iş” umutlarıyla yola çıkan bu insanlar, şehirlerde rengarenk bir kültür ve rengarenk bir kompozisyon oluştururlar.
Anadolu’dan kopup gelen bu kültür, şehirlerin hengameli yaşayışı altında ezilmiş, eriyip gitmiştir. Bambaşka bir kimliğe bürünmüştür. Kimi yerlerdeki cehalet ve taasüp, kimi yerdeki saf ve masumiyet hepsi burada yerini ekmek kaygısıyla günlük koşuşturmaya bırakmış, saygınlık, büyüklük-küçüklük kalmamıştır. Bu Anadolu masumiyeti burada yerini bir barbarlığa ve canavarlığa terk etmiştir adeta. Şehir kültüründe insanlar acımasızdır. İnsanlar birbirlerini sevmez ve sürekli pastadan büyük payı kapma peşindeler. Birbirlerini kandırma, aldatma ve köşeyi çabuk dönme yoluna giderler hep.
Şehirlerde sevgiler de yapmacıktır. Tıpkı ağaçlardaki güllerin kokmayışları gibi. Evet bu şehirlerin gülleri de Anadolu gülleri gibi kokmuyor. Koklarsın koklamasına ama, köküne daha çabuk büyüsün diye serpilen o sunni dopingler adeta yapay insanları gibi yapay güller de çıkarmıştır ortaya. Gülleri sahte, sevgileri yapmacık ve menfaat üzere kurulmuş, insanları lütfen birbirlerine bağlılık gösterirler. Peki gerçekten sevenleri de yok mu bu şehirlerin. Bizim Anadolu ağzıyla “sevgi” buralarda “yok” denecek kadar az. Ama bunlar da tıpkı şehre kendilerini kaptırmış zavallılar gibi kendilerini içlerine vermişler ve gözlerini dış dünyalarına kapatmışlar, olup bitenlerden haberdar değiller. Ve bu vurdumduymazlıkları onları bu şehirlerin çirkeflikleri içinde görünmez kılmakta ve sindirmektedir. Bu tür kişilere şehirlerde genellikle “saf” veya “deli” de derler.
Sevdiğini içine gömen ve sokaklardaki kedi, köpeklerle konuşup dertleşen ve çöp bidonlarından geçinen bu gariban kesiminin sayısına her gün bir yenisinin katılması şehirlerin gelecekleri konusunda bir ümid vaat etse de bunu “ekonomik dengesizlik ve sosyal yaşamın bozukluğu altında denge kaybı” olarak değerlendirmelerde bulunan akademisyenler, onlardaki ince ruh hallerini ve sevgi sözcüğünü göremezler. Kimisi de çıldıracak boyutlara gelen bu şehir yaşamından kurtulmak için kendini şehrin dışına atmakta buluyor çareyi…
İşte böylesi bir çılgınlık anımda, şehirde kalıp akıllı(!) insanlara göre dengemi kaybetmekten korktuğum için kendimi şehir dışına atıyorum. İçimde tortulaşan ve hiç bir zaman hakkım olmadığı iddia edilen bazı duygulardan kurtulmak ve kendimi tasvip etmediğin intihar çılgınlığından kaçırmak için şehirlerden kaçıyorum. Sırtıma yolculuk çantamı vurup kendimi hiç sevmediğim arabalardan biriyle yine çok sevdiğim Anadolu’nun yolarına vuruyorum. İadeli olmasını istemediğim bu yolculuğumun sonunda nasıl duygular bekleyecek beni bilmiyorum, ama, sahipsiz ve ıssız bir Anadolu bağrını açmış ve beni bekliyor. “Aç kollarını ben geliyorum, hey torağı, taşı canlara can katan ve uğrunda nice koçyiğitler heder edip boylu boyunca yatan Anadolu! Ben geliyorum!” diye haykırmak geliyor içimden…