İnsan biri iki görürse ne olur? Gördüklerinin ikisi de yalan olur.
Mevlana bir meselinde, biri iki gören birini şaşılığına inandırmak için gördüğü sözümona ‘iki testi’den birini kırdırır. Birini kırınca, ‘diğer’ testinin de kırıldığını anlayan adam nihayet şaşılığını kabullenir. Anlar ki sorun testilerde değil kendi gözündedir.
Gel gör ki, ‘akıl şaşılığı’nın durumu göz şaşılığından daha vahimdir. Şaşı akıl, iki gerçeklik varmış gibi düşünür. Şaşı akıllılar bir bilimin gerçeğini, bir de dinin gerçeğini varsayar. Bu şaşıların çoğu iki gerçekliği birden düşünmekten rahatsızdır. İlla da testinin birini kırmak isterler. Kimileri din testisini kırar, elinde eşyayı eşya ile tanımlamaya kalkan, başını maddeden yukarı kaldıramayan, ‘tarafsız bir bilim’ kalır. Onlara karşı duran diğer şaşılar da, bilim testisini kırar; elinde varlığa kayıtsız,eşyadan kopuk, ayakları havada, ‘tanıksız bir din’ kalır.
Şaşılar testinin birini kırınca ikisini birden kaybediyor. Akıl şaşıları da
öyle. ‘Tarafsız bilim’ vahyi biri bilgi kaynağı olarak görmemekle, eşyanın anlamını yine eşyanın içinde araya araya elinde bir derin bir boşluk ve anlamsızlık kalır. Bir Tibet atasözü ‘Parmaklarım ay’ı gösterirken aptallar parmaklarıma bakar’ der. Eşyayı kendisinden başkasını gösteren bir‘işaret’ olarak değil, kendi başına bir şey olarak gördükçe elde kalan gerçeklik tamamen yitirilir. Bu, tıpkı ay’ı gösteren parmaklara bakıp, ay’ı görmemek gibi bir aptallıktır. Ya da harfleri şekillerine dalıp da, yanyana dizilerek ifade ettikleri anlamı kaçırmak gibi bir talihsizliktir.
‘Tanıksız din’ ise, dini ve özelde vahyi bir bilgi kaynağı olarak görsede, bu bilgiye eşyayı tanık olarak göremez ve gösteremez. ‘Tarafsız bilim’cilerin dışarıdan kapattığı vahiy kapısını o da içerden kapatır. Eşyayı tanımsız bıraktığı gibi, vahyi tanıksız bırakır. Yine gerçeklik kısmen değil tamamen yitirilir bu tarafta da. Mevlana’nın meseliyle konuşursak, varsayılan iki gerçekliğin birisi kırılınca ikisi birden kırılmış olur.
’Akıl şaşılığı’ tabiri bu kadar soyut bir kavram değildir aslında. 1981 Tıp Nobeli’nin sahibi Prof. Roger Sperry’nin ilgilendiği özel bir hasta grubunun halini anlatır akıl şaşılığı. Yüzyılın ilk yarısında epilepsi nöbetleri olan hastalara özel bir cerrahi tedavi uygulanırdı. Beynin elektrik akımı aşırı olduğu için havale geçirdiği düşünülen bu hastaların beyin yarım kürelerini birbirine bağlayan sinir lifleri kesilirdi. ‘Corpus callosum’ adı verilen iki yüz milyonluk sinir bağlantısı, o sıralar ‘vazgeçilebilir’ görüldüğü için tamamen kesilebiliyormuş. Ancak, yıllar bu bağlantının hiç de gereksiz olmadığını gösterdi. Beyinlerinin sağ ve sol yarım küreleri birbirinden ayrı olarak çalışan ‘yarık beyin’li hastalar, ‘akıl şaşılığı’diyebileceğimiz bir düşünce ortaya koymaya başlamışlar. Bir yarım küre diğerinden habersiz düşünüyor, öğreniyor ve hatırlıyor, böylece hastalar kafalarında iki ayrı beyin varmış gibi davranıyorlardı.
Prof. Sperry, 1994’de ölünceye kadar, 30-40 yıl boyunca bu ‘şaşı akıllı’ insanlarla uğraştı. İlk sonuçlarını yayınladığında, sağ yarımkürenin sol yarımküreden ‘geri zekalı’ olduğu kabullenemesini sarsmıştı Sperry. Sağ yarımkürenin ‘geri zekalı’ görünmesi, insanların zekayı sadece sol yarımkürenin yetenekleriyle tanımlamasından kaynaklanan bir yanılgıydı. Düz mantık yürütmede, indirgemeci analizde‘sol’ daha yetenekliydi ama zekayı bütünüyle ‘sol’a endekslemek hatalıydı. İnsan sezgi, sanatsal zeka, duygusal algılama becerileri gibi ‘sağ yarımküre’ yetenekleri ile birlikte bir bütünlüğe kavuşuyordu.
Sperry, bu biyolojik saptamayı daha da genişleterek, modern toplumların ‘sol zeka’yı yüceltmesiyle önemli bir dengesizliğe sürüklendiğini haber veriyordu.
‘Sol yarım küre uygarlığı,’ gerçekliği parçalara ayırarak, indirgeyerek
tanımlamaya çalışan ‘bilim materyalizmi’ni doğurmuştu. Böylece filozofların bütünlüğü yakalama çabaları, şairlerin sezgisel yaklaşımları, dinlerin ahlakı öne süren öğretileri bir kenara itilmiş, en fazla marjinal bir konuma layık görülmüştü. Sperry bu toplum yapısının yarım küreleri ayrık çalışan insanlarla aynı teşhisi hakettiğini vurgularken, ‘yarık beyinli’ bir toplumdan söz açıyor.
‘Sol ve sağ yarımküreleri temsil eden yetenekler toplumda hiçbir zaman birarada olmamıştır. Nasıl sol yarımküre asıl kabul edilip, ‘sağ’ ‘geri zekalı’ olarak dışlanmışsa, toplumda ve özelde bilimde indirgemeci düşünce egemen olmuş, bilim ahlak değerlerine ve insani duygulara kayıtsız olagelmiştir.”
Sperry, en son 1985’de yayınlanan Science and Moral Priority (Bilim ve Ahlaki Öncelik) adlı kitabında, beyin fizyolojisinde dengesizliğe yol açan bu ayrımcı tutumun devam etmesi halinde, bilimin çözüm üretmek şöyle dursun başlı başına bir sorun olacağını haber veriyor. Açlık, savaş tehdidi, havakirliliği, enerji kaynaklarının tükenmesine karşı geliştirilen teknik çözümler ‘kendi içinde giderek katlanan bir sorunlar zincirine sokuyor” ona göre.
Bu kısır döngüden çıkmak için insanların değer hükümlerinin yenilenmesini öneriyor Sperry. Çünkü, değer hükümleri, aklı içeren ama aklı da aşan bir üst bütünlüğü temsil ediyor ona göre. Bunu söylerken, ilim ve teknolojiyi ‘değer’lerden bağımsız ve hatta onlar üzerinde tutan modern yaklaşımla açıkça çelişmeyi göze alıyor. Bu onun ‘sağ’ beyni ‘sol’la birleştirme çabasının görüntüsü. Modern bilimin eşyayı parçalarına indirgeyerek anlamlandırmakta tuttuğu yolun tersine çevirme çabası aynı zamanda. Sperry’ye göre anlamlandırmayı bölerek değil de, bütünleyerek yapmaya kalkarsak, dine de nihai onaylayıcı olarak yer açılmış olur.
Din hayatın içine alındıktan sonra, toplumu dönüştürmenin çok daha kolay ve sağlıklı olacağını hatırlatıyor. “Mesela,” diyor, “kürtaj tartışmalarını embriyolojinin daha da gelişmesini bekleyerek çözmek yerine, insanın hayat hakkı ile ilgili değerlerde yapılacak hafif bir kaymayla kökünden değiştirebilirsiniz. Eğer eldeki değer hükümlerinin olduğu gibi sürmesine izin verir ya da bütünden değil illa parçadan değer çıkarmayı beklersek, kaçınılmaz netice nasılsa gelir. Bir nükleer savaşın ya da korkunç bir açlığın tokadıyla kendimize geliriz. Fakat, kendine gelmenin en ağrısız ve makul yolu elimizde!
Değer yargılarını hayatımıza çekmek ve onları lehimizde değiştirmek.”
Sperry, psikolojinin son 50 yılda geçirdiği dönüşümün modern bilimin
geleceğini de aşağı-yukarı çizdiğine dikkat çekiyor. “Psikoloji, 50’lerden önce davranışçıların istilasına uğramıştı. Davranışçılara göre insan beyninin çalışması, fiziksel ve kimyasal faktörlerle açıklanabilirdi. İnsan bilincini fizikokimyasal reaksiyonların izdüşümünden ibaret gören bu anlayış sonra yıkıldı. Psikoloji, birden bire insanın ruhundan kaynaklanan duygularla, derin idraklerle, soyut algılamalarla ilgilenmeye başladı.
Sperry’ye göre bu herşeyi sebep-sonuç ilişkisi içine açıklamaya çalışan, bütünün parçalarında arayan modern bilimcilere gittikleri yolun tersini gösteriyordu. Bilinç, irade ve değer hükümleri, bütünü anlamlandıran parçalar yerine, parçaları anlamlandıran bir bütüne, bir ‘üst-merkez’in adresini veriyordu. Sperry, bu üç kavramı, yani bilinç, irade ve değerhükümlerini, modern bilimin ‘üç kamburu’ diye nitelendiriyor. Modern bilimciler bu kavramları, indirgemeci yaklaşımla çözümleyemeyince, onları dışarıda tutan bir bilim tanımı getirerek, bilimi daha da daraltıyorlardı.
“Öyleyse bu ‘bilim’in varlık nedenini sorgulamak gerek” diyor Sperry. “Öyle ya, bu üçlü hayattaki en önemli şeyler arasında. Bilim bunları önemsemiyor, hatta varlıklarını inkar ediyorsa, bilimin hayat için ne önemi var?”
Sperry’nin indirgemecilerin anlamlandırma çabası için verdiği televizyon örneğini burada hatırlamak gerekiyor. “Televizyon ekranındaki elektronların bir günlük akışını yayın programına bağlıdır. Aynı şekilde beynin üzerindeki yüksek merkezler de beyindeki fizikokimyasal olayları belirliyor. Materyalisz bilim, bir günlük televizyon programını eletronların hareketleriyle açıklamaya çalışıyor. Aynı şekilde, insan davranışlarını fizikokimyasal olaylara indirgemek, geriye insanlık itibarı, ahlaki tercih, irade, bilinç ve değer hükmü adına birşey bırakmıyor. Bilim insanı anlamsızlaşıyor, insanlıktan uzaklaşıyor derken, işte bunu kastediyorum.
Ruh, bilinç, irade gibi kavramlara bigane kalmayı tercih ettiğine göre,
bırakalım modern bilim ‘sınırlı’ birşey olarak kendini ortaya koysundu. Ama öyle olmuyor, değerlerden bağımsız olduğu söylenen modern bilim, ‘bilimsel’ olana alabildiğince kutsallık atfederek, ‘bilimdışı’ kalanı da, ‘ahlakdışı’ ya da ‘gerçekdışı’ olanla aynı anlamda kullanırcasına aşağılıyor, kendibaşına mutlak bir değer kaynağı oluyordu. Modern bilim, gerçeklik karşısındaki tavrını iyice tarafgirliğe götürüyor, ancak kendi yöntemleri içinde anlaşılabilen olguları kendine konu ediniyordu.
“Bu durumda,” diye devam ediyor Sperry, “modern bilimin bilinç için
söyleyeceği hiçbirşey yok. Bir insan karar verirken, aklıyla hemgeçmişe, hatıralarına döner, hem kararının gelecekteki sonuçlarını dikkate alır.Yani, bilincimiz beyin fizyolojisinin içinde bulunduğu zaman ve mekanındışına taşıyor. Öyleyse herşey beynin kimyasında olup bitiyor değil.”
Modern bilim, maddenin dışına taşan olguları da içerecek şekilde genişleyeceği yere, aciz kaldığı yerlerden çekile çekile marjinal bir alana hapsoldu.
“Böylece bilim kendini ve toplumumuzu materyalizme götürdü.”
Oysa insan ‘metaryal’e sığmıyordu. “İnsan olarak temsil ettiğimiz varlığımız, cansız varlıkların aksine, fizik ve kimya yasalarının bir görüntüsü değil. Otonom sinir sistemimizin tepkilerinde, reflekslerimizde, hormonlarımızın salgılanmasında, kalbimizin atışında olduğu gibi, bir dizi fizyolojik olayın izdüşümünden ibaret değiliz. Kısacası, insan olarak, modern bilimin bizi sığdırmaya çalıştığı mekanik ve materyal kuvvetlerden bağımsız birvarlığımız var. Yani, insanız.”
Tekrar beynin sol ve sağ yarımkürelerinin ayrılığına dikkat çeken Sperry, “sağduyu ve insani sezgiler her zaman doğru yolda kaldı, ama biz bilimle uğraşanlar hep yanıldık” diyor. Sperry bu kanaatini iki örnekle pekiştiriyor.
İlk örnek, Karl Marx ve NeoDarwinci Jacques Monad. “Bu ikisi, bilimi materyalizmini yorumu olarak kabullenmişlerdi. Marksizmde dünyayı ve insan davranışlarını yönlendiren şeyleri en ilkel ihtiyaçların tatmini olarak görür.
Bu bilimin bütünü parçada anlamlandırmaya çalışmasına benziyor. Oysa, Marksizm için de, bilim için de aksi doğrudur, ilkel ihtiyaçlar değer hükümlerini belirlemez, değer hükümleri ilkel ihtiyaçları yönlendirir. İkinci örnek, Marx ve Monad’ın bugünkü temsilcileri ‘laik hümanistler.’ Sperry’ye göre, bunlar da bilimi kendi ideolojilerinin aracı yapıyor. “Bu büyük bir hata. Arzularımızı, kendi ‘ene’mizin, ekonomik menfaatlerimizin, politik çıkarların ve günlük ihtiyaçlarımızın çekim alanından kurtarmak zorundayız. Bu, tek başına insan
beyninin yapabaliceği bir şey değil. İnsanı aşan ve kuşatan dinler, devamlı uyarılarla insanı ikna ederek, daha yüksek bir yörünge sunuyor.”
Bilimin dinle çelişmesinin ‘materyalist felsefe’nin bilim olarak kabullenildiği günlerden kalma bir anı olduğunu vurgulayan Sperry,“gerçek bir bilim olsa olsa materyalizmle çelişir ama dinle değil” diyor. “Çünkübilim ve din birbirinin bütünleyicisidir.” Bu bütünleyiciliğin gerçekleşmesi için, iki taraflı bir ayıklanmayı şart koşuyor: “bilimin materyalizm geleneğiniterk etmesi, dinin ise hurafelerden arınması.”
Dilerseniz, artık aramızda olmayan bir bilim adamının bu önerisini ‘şık bir şaşılık tedavisi’ olarak hatırlayalım. Bir tarafta, maddeyi madde ile
açıklamaktan öte gidemeyen, eşyayı tanımlaktan aciz bir bilimin sunduğu gerçeklik, diğer tarafta maddeyi bilime terketmiş, görünen ve yaşanan dünyaya ilgisiz eşyanın tanıklığından yoksun bir dinin sunduğu gerçeklik aklışaşı kılmaya yetiyor. Oysa, eşyayı ‘tanık’ tutarak ‘oku’mayı öneren din, yani İslam, materyalist bilimcilerin dışarıdan, muharref din temsilcilerinin içeriden kapattığı kapıyı alabildiğine aralıyor. Elde tek bir görüntü kalıyor.
Tek ama gerçek…