Ah ‘anlayış’ seni yazmaya kıyamıyorum. Sen ki bir zamanlar yaşanan bir şeydin aramızda, şimdi sadece bir yazı konusu olabiliyorsun.
Dünya denilen kondu’nun evsahibi olmak bir yana, ne kiracısı, ne de gelip geçici misafirisin artık. Semtimize uğradığın yok. Sahi, bizim bir semtimiz var mıydı?
Sanki seni yazdığım zaman, bir şeyler dilimde dağılıp gidecek sanıyorum. Sanki herkesin birbirinden sakladığı bir şeysin. Bazen ayak sesini duyuyor gibi oluyoruz, ama sonra anlıyoruz ki o sen değilmişsin, meğer ardında sitem katarını sürükleyen söz yığınıymış gelen. Ne çok konuşuyoruz ah ne çok. Konuştukça konu dağılıyor ve kalan birkaç şeyi de boşaltıyoruz iç odalarımızdan.
Kafamızı derin meselelere tahliye ettiğimiz gibi, gönlümüzü de tadilat bahanesiyle kapatıyoruz. Biraz az konuşsak eminim herkes birbirini daha iyi anlayacak. Biliyorum, sessizlik denilen tülün altında gizlemişler seni. Susmayı bir bilsek, şöyle aynı dilden susmayı, bir daha kaybetmemecesine yakalayacağız seni.
Ah anlayış, seni uzaktan parmakla gösteriyorlar gazeteler ve gazete cemaati, bulmacalarda bekliyorlar yolunu. Orada görünmeyen bir ülkesin, kaldırsan kapındaki sisi, yüzündeki peçeyi sana iltica edeceğim. Sivrisineklerinkiyle saz heyetinin sesini aynı görmemi istiyorlar benden. Anlayana bu bile fazla diyorlar.
Uzaktaki davulun sesine kanmamam lazımmış. Uzaktaki davuldan yakındakini ayırmanın adıymış anlamak. Bense hiçbir şey anlamıyorum bu tür sözlerden. Anlayışınca her şey başladığı yerde bitiyor. Neden herkes bir mânâ üzerinde göz göze gelmesin?
Ne kolektif düşünce ne ortak akıl; evet, biraz merhamet! İstemem törenlerle şölenlerle karşılanmak, bir söz ülkesine girdiğim zaman. Dilerim ki acemi ve hoyrat adımlarıma beni yüzüstü düşürecek söz halkaları geçirmesin dostlarım, beni anlayışla karşılasın yeter. Beni kavramakla yetinmesin niyet okuyucularım. Ne de olsa kavramak bir kafayı, bir beyni ipotek altına almaktır.
Başkasına ait gizli odaların anahtarlarını ele geçirmekten duyulan bir şehvettir kavramak. Ben isterim ki okuyucum beni hareket ettirebilecek yerlerimden kavrasın, incinen, acıyan yerlerimden değil.
Zira acı ve incinme için anlayış gerektir. Bunun yolu da sahici sevgiden geçer. Sevgi seviyemize inen bir öğretmendir. Tedirginliğimizi anladığından bizi tahtaya kaldırmaz, olduğumuz yerde imtihan eder. Onun kelimeleri boşlukta öyle salınıp durmaz; gözlerinin içi gibi sözlerinin içi vardır.
Alemlere rahmet o Kutlu Elçi’yi anlamanın yolu da kalbini yumruğa dönüştürmemekten geçiyor: “Canım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki sizler iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir şey söyleyeyim mi? Aranızda selamı yayınız!”
Ah anlayış, seni yazmaya nasıl kıydım!
Şimdi herkesin işine geldiği gibi anlattığı bir masala dönüşeceksin, biliyorum. Ve kimbilir kimler iplere serecek seni un yerine. Aynı rakamlardan çıkan farklı sonuçlar gibi olacaksın kimseyi hoşnut etmeyen, hesapları altüst eden.
Şimdi verdiği selamı açtığımız merhamet mendilinin üzerine bozuk para gibi fırlatanlara nasıl anlatacağız anlamakla anlayış arasındaki farkı? Üstelik onlar hâlâ lügatlerde gezinip dururken.
Sözlükler seni tanımlarken “yumuşamak” diye geçiştirmeye çalışsa da, bunun bir ihlal olduğunu biliyoruz. Zira her tanım bir ihlaldir. Sen olduğun yerde kal. Nasıl olsa biz seni tarif ettiğin adresten bir gün gelip alacağız. Hele aklımız yüreğimize bir gelsin.