Ağlıyordu… Solgun ama güzel çehresi alabildiğine hüzünle gölgelenmişti. O’nu ilk görüşüm değildi bu. Hep aynı gün, hep aynı saatte hatta hiç şaşmadan o, bir kenarı kırık bankta otururdu, adeta tören havasındaki karşılaşmalarımızda. Gerçi bu güne kadar tek kelime etmemiştik ama bizi birbirimize çeken bir şey vardı sanki. Belki kimsede bulamadığım safiyeti, masumiyeti O’nun sıcacık bakışlarında yakalayabildiğimden böylesine bağlanmıştım bu uzak dosta.
Ve şimdi, aşina olduğum dost bakışlar gözyaşlarına bulanmıştı. Artık insanların ne düşüneceği umurumda değildi. Bu üstü başı perişan, eli yüzü kir içinde, garip görünüşlü meczubun yanına iliştim. Beni farkedince ağladığını gizlemeye çalıştı acemice. Türlü maskeler denedi ama hiçbiri yakışmadı yüzüne… sonra yarım yamalak gülümsedi. O halini bir fotoğraf karesine sığdıramadığıma öyle hayıflandım ki sonraları. Aramızdaki o gizli dostluğa güvenerek ve biraz da onu ürkütmekten çekinerek;
– Sizi gördüm, dedim. Ağlıyordunuz az önce…
Suskunluğuyla itiraz etmedi sözlerime. Hemencecik sordum:
– Bir derdiniz mi var, sizi üzen nedir?
Yine sustu. Uzaklara dalıp gitti bir süre…
– Dert sade benim değil, dedi önce, herkesin derdi. Ama küçük işlerden başlarını kaldırıp görmüyorlar, yazık…
– Anlayamıyorum, dedim. Nedir o asıl ve büyük dert?
Bir damla gözyaşı daha yüzündeki yıllanmış çizgilerden süzüldü usulca.
Kimbilir yine ne yaptılar diye düşündüm içimden. Nasıl hırpaladılar, horladılar, gücendirdiler ki gözyaşlarına söz geçiremedi. Kendileri deli diye alay ettikleri bu insandan daha mı akıllıydılar sanki… Hiç zannetmiyorum.
Bazen bir köşeden seyrederdim O’nu. Beni göremeyeceği ama sesini duyabileceğim bir köşeden. Bir başka boyuta, bir başka zaman dilimine geçerdim adeta O’nu dinlerken. Ve kendini akıllı zanneden hiç kimseden duymadığım kadar güzel sözler ederdi; güzel ve hikmetli sözler… Sanki bambaşka bir gözle görürdü dünyayı.
– Bak, dedi, eliyle önümüzdeki caddeyi göstererek.
Baktım, bir aykırılık, gariplik yoktu. Tekdüze bir şehir hayatının herhangi bir anıydı.
– Her zamanki keşmekeş, dedim. Farklı bir şey göremiyorum.
– İyi bak, diye yineledi. İnsanlara… insanların yüzlerine bak.
Gelip geçenleri incelemeye koyuldum bu kez de. Genç, yaşlı, kadın, erkek, iyi giyimli, yamalı ceketli, çoğu telaşlı kimi sakin. Ama hep makinalaşmış, mekanik hareketlerdi görünen.
– Evet… insanlar birşeyleri kaybetmiş sanki.
– Tebessümü kaybettiler, tebessümle birlikte de pek çok güzelliği…
– Hayallerini de mi?
– Hayır, hayır.. kaybolan hayallerimiz değil, yüreğimiz. İşte en büyük derdimiz de bu… Şu hale bak; hiç… hiç biri gülümsemiyor. Kalplerindeki muhabbet de bakışları gibi buz tutmuş. Korkuyorum, çok korkuyorum.
Sonra, birden aklıma gelmiş gibi telaşla kalktı yerinden.
– Geç kalmamalıyım, hiç değilse onlara yetişmeliyim, dedi koşar adımlarla yanımdan uzaklaşırken.
– Nereye, diye bağırdım
– Çocuk parkına, dedi. Çocuk gülüşleri de yitip gitmeden yetişmeliyim.