Öyküye ve öykücülere ilişkin düşüncelerinizi, eleştirilerinizi topladığınız “Kurmacanın Büyülü Sureti” adlı eseriniz ve bu eserinizde ele aldığınız çeşitli konulara ilişkin sorular yöneltmek istiyorum, eğer izniniz olursa.
Öncelikle eserden kısaca bahsedecek olursak: 1998’den 2013 senesine değin, geçen 15 sene içinde çeşitli edebiyat dergilerinde yayımladığınız öykülere, öykü kitaplarına ve yazarlara ilişkin konu odaklı kırk yedi parça yazıdan oluşan bütünlüklü bir eser. Hiç şüphesiz gerek dönem araştıran bir akademisyen için gerekse yaşayan bir öykücü için kütüphanesinde bulundurması gereken eserlerden biri diyebilirim “Kurmacanın Büyülü Sureti” için.
Bu bağlamda sohbetimizi “Kurmacanın Büyülü Sureti” mihverinde – doğal olarak öykü, öykü eleştirisi, Abdullah Harmancı öyküsü etrafında – sürdürmek istiyorum:

Konuşturan: Yunus Nadir ERASLAN

Eser yayınlanalı tam dört yıl olmuş. Özellikle edebiyat çevrelerinden -öykü yazarları ve okurlarından-esere ilişkin aldığınız tepkilerden söz etmenizi istiyorum. Eserin edebiyat camiasında bir yankısı oldu mu? Bu eseri yayımlarken beklentileriniz nelerdi?

Bu eseri şöyle bir düşünceyle yayımladım: Faniyiz. Hayat çok değerli. Bu hayat içerisinde ya okuyarak ya da yazarak ömrümüzü geçiriyoruz. Bazen çok sıkılınca kendimizi “televizyonlu oda”ya atıyoruz. Belki TRT Belgesel’den bir şeyler izleyip kendimize gelince neden boş durmaktayım, düşüncesiyle acılanıp yeniden odamıza dönüyoruz. Ne için? Hiçbir maddi, dünyevi karşılığı yok. İnşallah Allah’ın indinde bir değeri olur. Sanırım bu şekilde yaşamaya alışmışız. Yani bu üretimimizin sebebi bu. Sigara içmeye alışır insan ve artık istikrarlı bir biçimde sigara içer. Bizimki böyle bir eyleme dönüşmüş. Bendenizin bu kitabı yayımlamaya karar verişim bunca emeğin sonunda ortaya çıkan yazıların dergi sayfalarında kaybolup gitmesine gönlümün razı olmamasıdır. Kitaplaştırmaya değmez, denecek yazılar değildi. Asla önceden planlanmış bir kitap da değildir. Eleştiri yazıları yazmaya başlamam öykü yazmaya başlamam kadar eskidir. Dergah dergisinde yayınladığım öykü notlarından önce de bazı dergilerde eleştiri yazıları neşretmiştim. Bunun bir sebebi dergilerin sizden hep öykü istemeleri ve sizin bu denli çok öykü yazmayışınız. O zaman da diyorsunuz ki ben size yazı vereyim. Ayrıca okuduğunuz eserlerin sizde zaman zaman çok büyük bir beğeni duygusuna sebep olması ve bunu paylaşmak istemeniz de bir başka sebep. Yani insanların bu kitaptan haberi olmalı, gibi bir duygu. Diğer sorunuza gelince. Öykü kitaplarımın bulduğu yankıyı bu kitap bulmadı. Öykü olunca başka türlü bir heyecana sebep oluyor sanırım. Eleştiri için aynı şey söz konusu değil.

Elimizdeki eser yalnızca bir edebiyat eleştirmenine ait değil; aynı zamanda eleştirdiğiniz alanla ilgili nitelikli eserlere sahip bir yazarsınız. Akademisyen kimliğiniz de yine aynı alanla meşgul olmanızı gerekli kılıyor. Bu bağlamda eser Abdullah Harmancı’nın öykü profilini, dil zevkini, gelişim ve değişim sürecini, dil ve muhteva hassasiyetini net cümlelerle ortaya koyuyor. Bahsettiğim hassasiyetlerin dışında biri var ki genç Abdullah Harmancı ile olgunluk çağına erişmiş Abdullah Harmancı’nın başlangıçtan bu yana üzerinde titizlikle durduğu bir konu; toplum dışı olanı, varoluşsal olmayanı, insanı hakikatten uzaklaştıran mevzuları, sanal hissiyatı, sahte bunalımları ya da “miş gibi” yazılan yazıları şiddetle eleştiriyorsunuz. Bu tavır sizin öykülerinize de yansıyor. Eserde yer alan “Türk Öyküsü İnkılap Bekliyor” başlıklı yazı tam da bu bahis için bir nirengi olabilir. Bir tavrı, söylemi olmayan, kendi kendine mırıldanan yazı ve yazarları elediğinizi düşünüyorum. Bu konuda bize neler söylersiniz.

Aslında benim hedef aldığım ve eleştirdiğim temel zihniyet, edebiyatın; kelimeleri, cümleleri belli kombinasyonlara sokup yeni kombinasyonlar bulmak işi gibi algılanmasıdır. Yani bu işin arkasında bir kalp olduğu, bir hayat, birtakım yaşantılar olduğu düşünülmüyor adeta. Edebiyat mesela çok okumakla ilgili bir şey zannediliyor. Çok yazmakla ilgili bir şey zannediliyor. Elbette bunların yeri ve önemi büyük. Ama hiçbir akademik şablonun göremeyeceği bir şey var. Yürek! Kalp! Hayat! Bunların bir ölçüsü yok. Ölçümü yok. Edebiyat bilimi ne yaparsa yapsın asıl görmesi gerekeni göremiyor. İşte bunu atlayan arkadaşlara kızıyorum. Bir de özellikle son zamanlarda ortaya çıkan “bizim tarafın” şair ve yazarları var. Bunlara ayrıca tepkiliyim. Zira yazı giderek sekülerleşiyor. Dünyevileşiyor. Kariyer planlamasının bir parçası oluyor. Bizim kariyer planlamamızın sonu şudur: “Allah onlardan razıdır, onlar da Allah’tan razıdırlar.” Bu nükte bana ait değil. Ama son derece etkileyici. Planlarını dünyada başlatan ve dünyada bitiren arkadaşlar dünyevileşmenin tehlikesine savunmasız bir biçimde açılmışlar demektir. Bu tehlike hepimizi bekliyor. Beni de bekliyor. Bundan korunmak için beş vakit dua edip kalbimizi yoklamamız lazım. İşte bu kaygılardan uzaklaşmış, küçük bir Cortazar olunca dünyadaki misyonunu tamamlayacağını düşünen arkadaşlara sözüm. Aslında hepimize. Aslında kendime de. Yazıyla uğraşan dostların (önemli bir kısmının) kendi isimlerini kalıcı kılmak dışında endişeleri yok. Sözün özü budur.

Kimi yazılarınızda tam da öyküye odaklanmışken dönüp dergilerde yayımlanan eleştiri yazılarına gönderme yaparak; yalnız olay örgüsünü anlatmakla işin içinden sıyrıldığını zanneden yazarlara çatıyorsunuz. Bu tür yazıları bir nevi arz talep dengesini gözeten sektörel yazılar olarak niteliyorsunuz. Buradan yola çıkarak iki soru yöneltmek istiyorum. Nitelikli eleştiri yazılarının azlığı dergilerin bu türe olan ilgisizliğinden mi yoksa eleştiriye karşı duyarsız bir okuryazar kitlesi olduğumuzdan mı kaynaklanıyor?

Nitelikli eleştiri yazılarının azlığı sanırım birkaç sebebe bağlı. İlki bu tür yazılar yazmak için gerekli formasyondan mahrum olma sorunu var. İkincisi zaten hakkını vererek yazı yazdığınızda editörler suratını asar. Benim başıma çok geldi. Şu paragrafı çıkarsak olur mu, derler. Hocam çok derinden kesmişsiniz, derler. Aman hocam bu kadar yüklenmeyin, derler. Neler neler. Üçüncüsü de artık eleştiri türünün hükmü neredeyse kalmadı. Eleştiri değil medya gücü sattırıyor. Sosyal medya gücü sattırıyor. Kuru bir kalabalık var. Allah’a emanet ol… demeniz yeterli. Manken – medya mensubu – gazeteci – artist bir yazar takımı türedi. Yazar mı dedim? Tövbe tövbe. Edebiyatta bir karşılıkları yok. Beş senelik ömürleri yok. Saygın değiller. Zenginler.

Dergilere hayli zaman ayırdığınızı, genç kuşağı sıkı takip ettiğinizi biliyorum. Yeri gelmişken akademik çevrenin günümüz edebiyatına bakışını çok merak ediyorum. Akademik çevre genç kuşağı yeterince takip ediyor mu? Bu çevrenin edebiyat dergileriyle arası nasıl?

Akademik çevre son on sene içerisinde son derece olumlu anlamda yenilendi. Hem kadroları itibariyle yenilendi hem de bakış açıları itibariyle. İslamcı edibleri çalışmayın, başınız ağrır, derlerdi. Aman çalıştığınız isme dikkat edin, derlerdi. Şimdi bu tür korkular kalmadı. Bunun dışında, eski dönemleri, eski isimleri çalışmanın daha doğru olduğunu düşünen hocalar çok şükür etkilerini kaybettiler. En yeni isimler de çalışılabiliyor. Çünkü dünya değişti. Hızlandı. Bir şey çok hızlı bir biçimde tarih biliminin merceğine giriyor. Edebiyat bilimi de aynı şekilde. Bunlar olumlu gelişmeler. Öte yandan nitelik hızla kayboluyor. Talebelerde yazma ve okuma isteği çok düşük. Derinleşme arzusu kayboluyor. Makaleler hacimce kısalıyor manaca boşalıyor.

Eseri baştan sona okuduğumda günümüzde yayınlanan edebiyat dergilerinin tam bir okul olma işlevini sürdüremedikleri fikrine kapıldım. Elbette bu duruma sebep olan birçok nedeni sıralayabiliriz. En önemlisi de günümüz yazarları, sözgelimi seksen kuşağı yazarlarının hassasiyetine sahip değil sanki. O zamanlar kendini bir mecrada konumlandıran bir yazar başka bir mecraya ait dergiye yazı göndermezmiş. Şimdilerde bahsettiğim bu tavrı çoğu genç yazarlarda göremiyoruz. Farklı mahfillerde ürün yayımlayan birçok genç yazarla karşılaşıyoruz. Bu durumu dergilerin yazarlarına sahip çıkamamalarıyla mı yoksa dergilerin bu genel eğilime boyun eğmesiyle mi açıklayabiliriz?

Çok fazla yayın var. Matbu anlamda da çok fazla yayın var. Yayınlamak çok kolay. Sürekli sizden bir şeyler isteniyor. Özellikle gençler için bir dergiden davet almak çok değerlidir. Halbuki dergilerin çoğu etkisiz. Mesela on sene o dergide yazsanız kimsenin haberi olmaz. Gençlere bunu deyince kızıyorlar. Ama gerçek bu. Bu dergiler başlangıç olarak iyi. Ama etkili ve merkezi dergilerde yazmalı. Dediğiniz gibi dergilerin sayısı arttı ama etkisi azaldı. Bu merkez dergileri için de geçerli.

Yine altını kalın çizgilerle çizdiğim bir paragraf da “Öykücüler için Yaşasın Google” başlıklı yazınızdan. Enfes bir belirlemeyle başlıyorsunuz: “Eskiler ‘İptidai bilgi’ derlermiş. Hayatımızı devam ettirirken bize lazım olan şeyler… Belki de zaman zaman “ayrıntı” deyip üzerinde durmadığımız, zihnimizi meşgul etmesini istemediğimiz bilgiler… Ama bir şekilde hayatımızın içinde varlar. Galiba öykücülere lazım olan şeylerin başında iptidai bilgi geliyor.” diyorsunuz. Modern insan gitgide iptidai bilgiden de uzaklaşıyor; zira her şeyi hazır önünde buluyor. Doğallıkla ihtiyaç duymadığı bir bilgiyi öğrenme gereksinimi de duymuyor. Evinin salonunda kartonpiyer şömine olan bir aile düşünün; sadece görseli olan fakat işlevi olmayan bir mimari… Öykülerde de bu böyle sanırım. İşlevi olmayan nesnelerden kurulu yapay bir evren sunuyor. Bilgiden, hikmetten, öğretiden ziyade formu ve üslubu önceliyor ya da hiçbir şeyi öncelemiyor… Şunu demek istiyorum; sonradan okuma yoluyla öğrenilen ve içselleştirilmeyen bir bilgi öyküde kullanıldığında iğreti durmaz mı?

Benim o yazıda bahsettiğim yararlanma biçimi son derece yüzeysel bir yararlanma biçimidir. Adı üzerinde “iptidai bilgi”. Bir çiçek yetiştiricisinin güneşe koyduğu çiçekle güneşten kaçırdığı çiçek hangileridir? Hepsi bu. Ama kesinlikle haklısınız. “Aynel yakin” başkadır “ilmel yakin” başkadır. “Google yakin” bambaşkadır.

Küçürek öyküleriniz için “İnsana bir soru, bir şüphe hediye edebilecek metinler yazmaya çalışıyorum” diyorsunuz. Bir kısa metni “Küçürek Öykü” kategorisinde değerlendirebilmek için öykü unsurlarından ne kadarını barındırması gerekiyor? Misal verecek olursak Rasim Özdenören kimi metinlerinde sadece bir anlık atmosfer koyuyor önümüze.

Amerikalılar kelime sayıyor. Romanı, uzun öyküyü, kısa öyküyü ve kısa kısa öyküyü buna göre ayırıyorlar. Bu kadar mühendislik beni bozar. Ama ben bir kitap sayfasını aşmamalı, diyorum. Derslerde. Çünkü nihayetinde bir hacmi de var. Öykü unsurlarını tümüyle barındırıyor küçürek öykü aslında. Sadece fazla ekonomik. Fazla kısa. Fazla dar.

Musatafa Mestur’un “K’sız Ş’siz Bir Aşkın Hikâyesi” adlı öyküsüne değinirken Avrupa’da kök salmış bir gerçeküstücü akımın tam karşısına Müslüman duyarlığa sahip bir yazarın hayalini koyuyorsunuz. Bu bağlamda meseleye doğulu bilge Arabi’nin perspektifinden baktığınızı düşünüyorum. Son eseriniz “Melek Kayıtları”nda da bu minvalde hayli öykü okudum. Bu konuda bize söyleyeceğiniz çok şeyler olmalı?

Maalesef kendimize ait kavramlarımız yok. Bunu başaramıyoruz. Oysa bizim kültürümüzdeki keramet olgusu üzerinden gidilebilir ve buradan bir kavram çıkabilir. Ama illa büyülü gerçekçilik denecek. Hayatımızın bütün alanlarında sorun bu. Bizim kültürümüzde gerçek dışılık son derece yaygındır ve her an doğal bir biçimde sunulur. İki omzumun üzerinde iki melek var. Daha ne olsun? Kur’an okurken bizi melekler kanatlarıyla okşarlar. Huşuda derinleşen herkes bu sekineti hisseder. Şimdi buna gerçeküstücülük mü diyelim? Büyülü gerçekçilik mi diyelim? Neden bunları diyelim ki? Biz metafizik olanla iç içe yaşarız.

Mustafa Kutlu, Nurettin Topçu’nun meselelerini tevarüs etmemiş olsaydı belki bir yeni Sait Faik olurdu, diyorsunuz. Hiç şüphesiz Mustafa Kutlu Nurettin Topçu gibi bir münevverle karşılaştığı için kendine yüce bir meseleyi gaye edindi ve estetiğini de bu gaye üzerine inşa etti. Şimdilerde ise okuyarak yalnızlaşan, yalnızlaştıkça bunalan bir gençlik duruyor karşımızda. Oysa bu eksikliğin tamamını gençliğe fatura etmemeliyiz. Bu alanda rol model olarak gördüğünüz kişiler yeterli gayreti gösteriyorlar mı sizce?

Temel mesele Kur’an’la ve sahih sünnetle olan bağlantımızın kopmuş olmasıdır. Edebiyat sanat sorunlarımızı da bu gözle görmeliyiz. Edebiyat meselelerini konuşmaya başlarken en büyük sorunumuzun temel metinlerimizden kopmuş olmak olduğunu kabul etmeliyiz. Bugün çok garip bir şekilde, hiçbir sohbetimizde söz Kuran’a gelmiyor. Müslümanlar ciddi bir biçimde laikleşmiş. Sözü Kuran’a getirdiğinizde yüzlerde bir şaşkınlık oluyor. Neden? Bunu ancak ilahiyatçılar yapar. Buna inanmışlar. Derste şiire ilişkin bir genel giriş yaparken Kuran’dan başlamanız öğrencileri şaşırtır. Düşünün! Bunu bir edebiyat bilimcisinden beklemiyorlar. Bu bence Türkiye’ye mahsus bir sorun. Biz ciddi oranda sekülerleşmişiz. Sorunların temeli bu. Artık tekerleme oldu: “İslam medeniyetini yeniden inşa etmek” deniyor. Her medeniyetin kökü dindir. Din olmadan medeniyet kurulmaz. İslam medeniyeti Kuran’sız canlanamaz. Mesele medeniyet falan da değil. İnsanın Allah’la yeniden buluşturulmasıdır. Medeniyet arkasından gelir. Ama insan dinini unuttu. Hatırlatmamız lazım. Kuran’ın adı “hatırlatma”dır. “Hatırlatan”dır. Ne gençlere, ne ihtiyarlara, ne size, ne bize, kimseye değil sözümüz. Fakat “zikr”i unuttuk. Zikrin anlamını daralttık. Zikri anlamaz olduk. “Zikr”i mezarlıklarda okunan bir sese dönüştürdük. Zikri Cuma geceleri okunan Yasin’e hapsettik. O Mübarek Yasin ki 70. ayetinde “diriler için” olduğunu söyler.

Son olarak, bize Kur’an’dan sizi çok sarsan bir ayet söyleyin.

“VE İLEYKEL MASİR” ayetine “Bütün yollar Allah’a çıkar!” şeklinde meal veren bir yazara rastladım. Çok etkilendim. Biz ne yaparsak yapalım, dünyada ne gibi bir gelişmeye imza atarsak atalım, uzayın hangi noktasına gidersek gidelim, zenginliğin ne derecesine ulaşırsak ulaşalım, Allahsız bir alan bulamayız. Ve sonunda ona teslim oluruz. Hiçbir başarımız bizi başka bir şeye dönüştüremez. Bizi bu anlamda serbestleştirmez. “Dönüş ancak sanadır” mealine alışmış kulaklarımız. Böyle tercüme edildiğini görünce yüreğim kanatlandı.

Teşekkür ederim hocam.

Şunu söylemek isterim Yunus Bey. Bazı söyleşileri yaparken bunu ilerde kitaba alamam, diye düşünürsünüz. Sorular aynıdır, dolayısıyla cevaplar aynıdır. Sizin bu söyleşi özgün oldu. Sayenizde. Teşekkür ederim.

%d blogcu bunu beğendi: