Pilav’ı görmeye gittik.
Hayvan hastanesinde yatıyor.
Yapının girişinde Veteriner Hekim Bige Hanım.
Üzgünlüğü hemen belli oluyor.
Dokunsan ağlayacak.
Dokunmaya gerek kalmadı, ağlıyor.
Yavru bir kedi iyileşememiş, ölmüş.
Bir yandan kediye üzülüyor, diğer yandan sahibine nasıl söyleyeceğine tasalanıyor.
Sahibi geldi.
Genç bir kızcağız.
Bige Hanım’ın görünüşünden etkilendi; yitirdik deme sakın dedi ama öyleydi.
Hıçkırıklar, gözyaşları.
Ben de üzüldüm.
Hastahanelerde üzülmemek olanaksız.
Bekleyen bir köpek var.
Zayıf, uzun tüylü, iri kulaklı, kahverengi bir şey.
Ağzından kan geliyor; kansermiş.
Sessiz, bitkin.
Sahibi orta yaşlı kadın; hasta köpekten daha bitkin.
Yine üzüldüm.
Bu arada Pilav getirildi.
Pilav da bir kedi; yavru sayılır.
Epey iyileşmiş: kıpır kıpır, yerinde duramıyor, eğlence istiyor. tırmalamak, dişlemek istiyor.
Sevindim.
Gerçi sokaktan alınıp buraya getirilmiş ancak insana yakınlığından belli ki ev kedisiyken sokağa atılmış.
Hülya Hanım, oturduğu yapının bahçesinde koruyup gözetmeye başlamış.
Adını pilav yerken almış.
Ben ilk kez görüyorum.
Sevdim.
Dünya işte: Kimine düğün kimine ölüm; kimine yas, kimine sevinç.
Yüreği olana en çok hüzün…