Gökyüzü siyah perdesini üzerine çekeli çok oldu…Rüzgâr, soğuk kış gecelerinin olmazsa olmazlarından. Bütün şehre güvensizliğini ilan eden beşerin kapılarında üçer beşer kilit. Yolun etrafında yanan kör ışıklar, kendini aydınlatmaktan bile aciz… Sokağın biraz ilerisinde eski bir bina ve bu binanın sokak kısmına bakan penceresinden dışarıya sızan tek bir ışık var. İçinde dış dünyanın olanca yalınkatlığına rağmen iç lambasını yakabilen ve iradenin soğuk kuyusundaki suyundan kendine yansıyan aksini tetkike uğraşan bir fert olsa gerek…İdrakini çatlatırcasına, fert üzerine kilitleyerek, toplumun “ne olduğunu” “ne olacağını” “ne olması gerektiğini” kendinde arayan, kendi içindeki taş duvarları yıkmanın ferdiyetçilikten sıyrılıp toplumsallığa ulaşmanın yegâne aracı olduğu bilincine erişen bir fert…

Veya toplumun çürümüş tabakalarının arasında geçmişinin verdiği bir vebali fosil olarak kullandırmak istemeyen ve tek çare olarak köşesine çekilip sadece fert inkılabı üzerine duvarlara nutuklar atan bir zat. Bilemeyiz. Bildiğimiz tek bir şey varsa, bir odada gece geç saatlere kadar yanan bir lamba ve muhtemelen odanın içinde bir varlığın mevcut olduğu o kadar…

Gönlündeki sismik boşluklarının farkında olmasına rağmen ilerde oluşabilecek kaymaların tedbirini almakta aciz, önündeki hedefleri tayin etme işini bir kenara bırakırsak doğruluğu ne olursa olsun, tek bir hedefe dahi adım atmakta mütereddit, sermayesi yırtık bir bohça içerinde kendisine emanet verilen yarım ve sınırlı bir akıl, daha kullanmasını bile bilmediği reçeteli bir irade ve de içinde “aşk imiş her ne varsa âlemde” yazılı bir mektup… Kısacası çaresizlik koridorlarında girecek bir kapı arayan mefluç bir kalp.

Belki de iç çırpınışlarını, bütün vecdini, tek bir zamana bağlayıp hayatın monotonluğunu kendi dinamizminde eriterek hedefsizliğin tek hedef olduğunu bütün kainata inat bir tarzda ifade edememenin ıstırabını çeken, bütün sermayesi, her şeyi anlamlandırmada biricik kılavuzu olduğuna inandığı sınırsız bir akıl, sadece hırsı, çıkarı devreye girdiği zaman kullanmaya yeltendiği, diğer zamanlarda sonuna kadar koyuverdiği küflü bir irade, anlamını çözemediği, bütün âlemin o eksenli olduğuna sınırsız aklıyla eremeyen, tek boyutlu büyük ihtimalle ithal bir aşk… Kısacası hiçbir meseleye “niçin ve nasıl”la bakmayan sadece an’ı yaşayan müflis bir beyin…

Dışarıdaki rüzgâr, bütün şiddetiyle sokağın yanlarına şehre sahte bir yeşillik verme amacıyla dikildiği her halinden anlaşılan kuru ağaçlara hücum ediyor, ağacı kökünden sökmek için kendisine verilen kudreti sonuna kadar kullanmakta tereddüt göstermiyordu. Ağaç ise kökünün verdiği dirayetle rüzgara karşı koymaya çalışıyor, çoğu zaman gururlu başını eğmek zorunda kalıyordu. Her şeye rağmen ağaç dimdik ayaktaydı. Çünkü kökleri maziden atiye kadar uzanıyordu.

Eski binanın sokak kısmına bakan penceresinde hâlâ o ışık yanmakta idi. Bu da bizi fikrî tahmin noktasına sürüklüyor, ardı arkası kesilmeyen düşünceler içinde gezinmemize cevaz veriyordu. Madde planında her zaman yenilgiye uğramış, eşyanın ağır enkazı altında ezilmekten bıkmış biriyle mi uğraşıyorduk? Her türlü sorunu kendisine verilen kalıp bilgilerle çözmeye çalışan, kalp atışlarını mekanik bir tıkırtı gibi gören, ezcümle, standart olarak tespit edilen yetmiş yıllık ömrünü, peşinde bir gölge gibi sürüklediği madde enkazını taşımakla kendini yükümlü sandığı biri miydi bu? Yoksa eşyanın hakikatine varmış ve bunun ebet karşısında sadece geçiciliği ifade ettiğini çözmüş ama yerdeki yoğun madde muhalefeti nedeniyle mana atmosferindeki katmanlara erişememiş eşyadan tam anlamıyla sıyrılamamış, bunu neticesinde yarım bir adam durumunda bocalayan çaresiz biriyle mi karşı karşıyaydık. Cevaba yaklaşmak için doğru soruyu bulmamız gerekir.

Gecenin rengi kızıla çalmaya başlamıştı. Gece gün boyu dinleneceği köşesine ağır ağır çekiliyordu. Gece sürecinde vücudumuza yüklediğimiz nikotin, tesirini göstermeye başlıyor, beyin kısmından başlayan bir uyuşukluk, bedenimize doğru ilerliyordu. Ama biz hâlâ sorunu çözmüş değildik. “Kimdi bu” sorusu beyin damarlarının duvarına bir sülük gibi yapışıyor ve miskin kanı kendi vücuduna depoluyordu. Beyindeki hummalı çalışma kalbe de sirayet ediyor, ve kalp kan yetiştirmek için çatlarcasına göğüs kafesini dövüyordu. Vücut, iflasın eşiğindeydi.