Mayıs 1997
Londra

Beyaz bulut çok uzaktı. Onu o kadar uzak kılan şey kilometrelerle ölçülen mesafeler değil, duygusal adımlarla ölçülen uzun yoldu. Uzun ve mavi bir yol…
Köhne bir binanın içinde sağ elini göğsüne dayayıp sanki akciğerlerinden gelen kanı zaptetmeye çalışan yaşlı adam, gözleriyle pencerenin ince perdelerini yoksayıp beyaz buluta baktı. Bulut her zamankinden daha uzaktı ve adam bulutu son kez gördüğünü düşündü. Ölüm, bulutun tam tersine yakındı ona.
Adı Mr. Barret olan bu yaşlı adam doğumunu anımsamıyordu. Mikroskobik bir spermle bir kadın yumurtasının bileşiminden ibaret küçük, kutsanası bir varlık olarak yeryüzünde karmaşık bir serüvene atıldığını biliyordu sadece. Başlangıçtan itibaren olağandışı bir devingenlikle sürekli evrimleşen bu serüvenin bir nedeni olmalıydı. Evet, bir nedeni olmalıydı bütün bu iniş-çıkışların, bu bilinçli paradoksun ve bu tantananın….

Yıllar önce bir dostu, “Doğumunu hatırlıyor musun koca Barret?” diye sormuştu ona. “Ve lanet olsun, ölümün bir anısı var mı sende?”
Sırıtmıştı Mr. Barret. Öncelikle ve sadece sırıtmıştı. O zaman anlamlı sorulara şiddetli ama acı dolu gülümsemelerle karşılık verecek kadar olgun bir yaştaydı. 25 yaşında…

Barret; 25 yaşındayken hayatının, beyaz bomboş bir kağıt olduğunu düşünüyordu ve artık o kağıdın olgun gülümseyişler ya da alaycı kahkahalarla çiziktirilerek eskidiğini deneyimle biliyordu. Barret’a göre kağıtları çokça karanlanmış insanlar hayatlarını koruyamaz hale gelirlerdi. Bu durumda kağıdın sahibine boş yer kalmazdı. Koruyabilecek bir hayat kalmazdı geriye. Barret’ın beyaz kağıdında -Sir John Locke’un deyişiyle Tabula Rasası’nda- da boş yer kalmamıştı. Lanet olsun, artık onun da koruyabilecek bir hayatı yoktu.

Gülümsedi. Öznel tarihinin kuytu bir köşesinde kalan eski birkaç günü hatırladı. O zaman böylesine garip bir ölüm gününe tanıklık edeceğini düşünmemişti bile.
Yıl 1975’ti. Evet iyi anımsıyordu 1975’in Ekim ayının ilk günleri…

O zaman Türkiye’nin gözde kenti İstanbul’da seçkin bir işadamı olarak büyük sermaye gruplarıyla sıradışı görüşmeler yapıyordu. Görüştüğü birden fazla holding vardı ama Mr. Barret hep aynı yüzleri gördüğünü sanmıştı. Daha önceden tanımadığı bir dolu insanla yüzyüze gelmiş ve onlara Londra merkezli şirketinin ürettiği küçük mucize çipi tanıtmıştı. Bu çip, Barret’ın şirketi Sky’ın; özgün tasarımı olan olağanüstü kamerayı içeriyordu.

Kibrit kutusu büyüklüğündeki bu çip sayesinde istenilen anda, istenilen koşulda mükemmel çekimler yapılabiliyordu. Dahası aletin, çekime konu olan nesnelerin önündeki küçük engelleri bertaraf etme özelliği vardı. Böylece ince bir tül perde ve hatta koyu siyah bir elbisenin ardındaki görüntüleri anında vizör üzerinden izleme imkanını elde edebiliyordunuz. Özetle insan zihninin ürünü olan bu mucize kamera, insana -görebileceğinden daha fazlasını- gösteriyordu. Görünenin ardındaki gerçeği veriyordu size.

Barret, şirketinin ürünüyle gurur duyuyordu. Görüştüğü her holding yöneticisine, ondan satın alınası bir nesne olarak değil, tapılası bir Tanrı olarak sözediyordu. Evet Barret’a göre bu çip Tanrı’ydı. Türk Holdingleri ise bu konuda Barret’tan daha umutsuzdular. Bir kere çoğunun böyle bir ürüne gereksinimi yoktu. Kendi standartlarında iş yapmaya alışmış olan şirketler, hiç tanınmamış, piyasası bilinmeyen bir aleti ihraç edip Türkiye’de pazarlama riskini göze alamazlardı. Yurtdışından getirilen parçalarla otomobil ya da müzik seti üretmek daha mantıklı geliyordu bu şirketlere…

Barret’ın sözlerini ve giderek mucize kamerayı ciddiye alan şirketler bile ürünün Türkiye’deki pazar payı konusunda umutsuzdu. Ayrıca mali açmazlarını da gerekçe gösterip alışverişe yanaşmıyorlardı. Bunlardan biri Atılım Holding’ti. Mr. Barret, bu holdingin yönetim kurulu başkanı Selim Tansel ile dört gün içinde tam üç kez görüşmüş, ama ondan -hiç olmazsa- numune satışlara malzeme olacak 100 çipin ihracı konusunda net bir yanıt alamamıştı. Bay Tansel’e göre kameranın Tanrısal dehasında kuşkuya yer yoktu, ancak bilinçsiz Türk tüketicisine güvenilip yola çıkılabilir miydi? Kaldı ki halk, televizyon ya da sinemada izlediği görüntülerin hammaddesini -neredeyse bir annenin özverisiyle- meydana getiren kamerayı bile yeterince tanımıyordu. Şu halde halkın, kameranın çok daha gelişmiş minik bir türdeşi olan bu çipe alışıp onunla iş yapması en az beklenecek bir şey olmalıydı.

Barret, son görüşmesinde Tansel’e, “Halka güvenmeyin öyleyse de siz de…” demişti. “Büyük buluşlardan en son yararlanan halk olmuştur. Bu teknoloji harikası Tanrı’yı, başka yüce amaçlar için kullandırın.”
“Ne amacı?” demişti Bay Tansel. “Ve kimin amacı…”
Barret, “Türk devletinin ulusal amaçları” diye tamamlamıştı.
“Ne söylemeye çalışıyorsunuz Mr. Barret” demişti Tansel. İngilizcesi oldum olası kötüydü.

“Bakın. Bu alet size görünen ötesi dünyayı sunuyor. Onun sayesinde -Türkiye’deki yabancı gizli servis ajanları başta olmak üzere- görüntülenmek istenen herkesi küçük bir kasetin içine hapsedebilirsiniz.”
“Fakat ben gizli servisimizle pek nadir çalışırım Mr. Barret.”
“Sanırım böylesi bir icat MİT’le o nadir irtibatlardan birini kurmanız için yeterli gerekçe olabilir.”

“Bu konuyu yönetim kuruluyla görüşmem gerek Mr. Barret. Bana iki gün süre verin. Sekreterim iki gün sonra sizi saat 15.00’da arayacak.”
Barret, Selim Tansel’den bu metafizik güvenceyi aldıktan sonra soğukkanlılıkla ayrılmıştı Atılım Holding’in Maçka’daki binasından. Tansel’in yönetim kurulundan ziyade Türk Gizli Servisi MİT’in üst düzey yöneticileriyle ‘harika çipin’ gizemini konuşacağını soyadı kadar iyi biliyordu. Nitekim öyle de olmuştu.

Selim Tansel, iki gün sonra Barret’ı ofisine çağırmış ve ilk partide 100 çipin ithalinin şirket yönetim kurulunca uygun bulunduğunu bildirmişti. Satışın karşılığı olan para, Sky şirketinin UBS Bank Zürih Şubesi’ndeki hesabına dolar üzerinden yatırılacaktı. Rakam güçlü bir holdingin yönetiminin bile azımsayamayacağı bir rakamdı: 1 milyon dolar…

Mr. Barret o görüşmeyi ve ondan sonrasında yaşananları dün gibi anımsıyordu. Şimdi göğsündeki -birbirine son derece yakın- iki kurşun yarasının acısıyla kıvrılan yaşlı bir adam olarak bile yapabiliyordu bunu. İnsan yaşlanınca ve hele de ölümüne yaklaşınca daha iyi anımsar. Barret’ınki de tam olarak böyle bir anımsamaydı.

Hatıralarının zamansal sıradüzeninde büyük bir hızla ilerledi ve yakın, çok yakın bir ana geldi. Az önce Sig Sauer marka olduğunu tahmin ettiği tabancadan çıkan iki kurşunla yere serilmişti. Kurşunlar, evine ansızın giren iki davetsiz misafirden kısa boylu olanının elindeki tabancadan çıkmıştı. Yüzü maskeli olan bu adam 1.74 boyunda, etine dolgun bir tipti. Barret tatil gününde dinlenirken, evinin çelik kapısı birkaç anahtar tıkırtısından sonra anlaşılmaz bir süratle açılmış ve yaşlı adam evin salonunda, pencereye yakın bir yerde uzandığı şezlongundan fırlamıştı. Adamlardan biri 1.80 boylarındaydı ve yüzündeki siyah maskeyle oldukça ürkütücü görünüyordu. Elinde Uzi marka otomatik bir tüfek vardı. Onun ardından çıkıp gelen kısa boylu adam Barret’ı ayakta görür görmez bir şey söylemeksizin silahını ateşlemişti. Barret iki kurşunun sol göğsüne girdiğini duyumsadıktan sonra yere yığılmıştı.

Ve tam bir saattir işte o yığıldığı yerde yatıyordu. Kısa boylu gangster, Barret’ın öleceğini biliyormuşçasına daha fazla ateş etmemiş ve uzun boylu adamın ardından çıkıp gitmişti.

Barret’ın canı hala çok acıyordu. Bütün acısına rağmen diğer odaya kadar sürünüp telefon edebilir ve ambulans çağırabilirdi. Ama bunu yapmamıştı. Sanki ölüme hazırlanıyordu. Geçmişte koruyamadığı -koruyamadığına inandığı- hayatının son bulmasını istiyordu.

Elini göğsünden çekti. Parmakları titriyor, sırtı üşüyordu. Uzun, mavi yolu aşmayı düşledi son kez. Ve yüzü büsbütün durağanlaştı. Ne yıllar önce ürettiği çipi, ne onu sürekli ölümle tehdit eden cinayet şebekeleri, ne yaşamını bir fare gibi kemiren kadınlar, ne de koruyamadığı hayatı…
Artık hiç kimse ve hiçbirşey kalmamıştı.

Kasım 1997
İstanbul

Otuzbeş yaşlarında hafif kır saçlı bir adam Yeniköy’deki bir villanın boğaza nazır balkonunda günün ilk ışıklarına selam veriyordu. Bir ara gözlerini olabildiğine kısıp boğazın ağırbaşlı sularını parıldatan güneş ışınlarının deniz yüzeyindeki izdüşümlerine dikkat kesildi. Aydınlık onun ruhunu sıkıyordu bugün.
“Lanet olsun, keşke yakamoz olsaydı” diye mırıldandı ansızın. Karanlıkları daha çok severdi.

Villanın salonu; çiçeklerden başka,
bir dolu Japon minyatür ağacıyla bezenmişti. Salonun tam ortasında ince kristallerden oluşan bir avize, köşesinde de kan kırmızısı kiremitlerden örülmüş bir şömine vardı. Villanın hizmetçisi bir taraftan boyu gibi kısa adımlarla balkona doğru ilerlerken, diğer taraftan da hergün görmekten usanmadığı güzel şömineye bakıyordu. Balkona çıktıktan sonra malikhanenin sahibine göz ucuyla baktı ve “Mete Bey! Buyrun, gazeteleriniz” dedi.

Adam sırıttı ve gazeteleri aldı. Gözlerini sayfalar üzerinde hızla gezdirdikten sonra bir habere dikkat kesildi. Gezinmekten yorulan gözleri şimdi orada
-o haberin üzerinde- yavaş adımlar atarak dinleniyordu sanki:
“İngiltere’deki esrarengiz işadamı cinayetlerine bir yenisi daha eklendi. Londra piyasasında ‘yürüyen banka’ lakabıyla tanınan Bulport Holding’in patronu James Russel, iyi korunan villasında üç kişi oldukları belirlenen silahlı saldırganlar tarafından öldürüldü.

Böylece İngiltere’de Mayıs ayından bu yana öldürülen ünlü işadamlarının sayısı dörde yükseldi. Daha önce komünikasyon sektöründe faaliyet gösteren Sky Holding’in Yönetim Kurulu Başkanı Alan Barret, güvenlik danışmanlığı şirketi Army’nin patronu Clark Port, tekstil sektörünün devi Mirror’un büyük hissedarı David Mirror da esrarengiz suikastlere kurban gitmişlerdi. İngiliz ulusal polisi ve SIS, şimdi bu cinayetlerin gizini çözmeye çalışıyor.”

Adam haberi okuduktan sonra cep telefonunu aldı ve tuşları hızla çevirdi. Karşıdaki ses pek tanıdıktı:
“Evet…”
“Gazetelere baktın mı? İngilizler bu işi ciddiye alıyor olmalı.”
“İngiliz gazetelerine bile baktım. Fazlasıyla ciddiler evet.”
“Partiye gelecek misin?”
“Hayır, ama başkasını göndereceğim.”
“Tamam görüşürüz.”
Mete Bey, telefonu kapattı ve gerindikten sonra -oturduğu sandalyeye- neredeyse yattı.

Aynı saatlerde Ankara’da olağandışı bir toplantı yapılıyordu. Toplantı salonu olabildiğine sıcaktı. Öyle ki, toplantıdakiler gün boyu boğazlarını sıkan kravatlarını hafifçe gevşetmek durumunda kalıyorlardı. Eğer siz de orada olsaydınız böylesi bir sıcaklığın -konuşma da dahil olmak üzere- bütün eylemlerinizi nasıl olumsuz etkilediğini gözlerinizle görebilirdiniz.

Toplantı masası, sıcak salonun ortasına kasvetli ve hatta mağrur bir önder gibi yerleştirilmişti. Masa T harfini anıştırıyordu ve sıradan bir gözlemci bile bu T harfinin yetkin bir elyazısı tekniğiyle çiziktirildiğini öne sürebilirdi.

Salonda yedi kişi vardı. Oradakilerin -ya da en azından bu toplantının- başkanı olduğu anlaşılan kişi masanın yatay düzleminde görkemli bir koltuğa öylece oturmuş konuşuyordu. Sık, biçimli kaşları ve neredeyse gözlerinin üçte birini örten göz kapaklarıyla oldukça karizmatik görünüyordu. Konuşurken, dolgun dudakları hırçın bir boğa gibi deviniyordu. Bir ara nefesini toplamak için sustu. Oradakiler onun bu suskunluğuna yine suskunlukla yanıt verdiler.
Toplantı salonu hala sıcaktı ama, zihinler üşüyordu sanki. Zihin yorulduktan sonra kendi içinde suskunluğa bürünürse üşürdü.

“Hayat ölümdür” diye gürledi Başkan ansızın.
“Ya da ölmekte olan İngilizlerin deyişiyle Life is Death” dedi Başkan’ın solunda kalan üye.
İlkin Başkan, sonra da üyeler esaslı bir kahkaha patlattılar.
“Efendim, bu işi -daha doğrusu işleri- kimin yaptığı konusunda bir fikriniz var mı?” diye sordu üyelerden biri. İngiltere’deki esrarengiz işadamı cinayetlerini kastetmişti.

“Bilmiyorum” dedi Başkan ölgün bir tonda. “Bilmemek en büyük mutluluktur.”
Sonra ansızın sustu.
“Yıllar önce bir adam tanırdım” diye atıldı üyelerden biri. “Hayatın ölüm olmadığını ve hayatta kalmanın Armageddon’daki kadar kutsal ve onurlu bir savaş olduğunu düşünen biri…”
“Kimdi o?” dedi Başkan.

Üye önündeki not defterine bakıp sırıttı:
“Yüzünü anımsıyorum. Uzun saçlı, siyah gözlü ve keskin bakışlı biriydi.”
“Peki ya adı?” diye sordu Başkan merakla.
“Ömer Faruk Deniz kimliğiyle çıkmıştı o zaman karşıma. Ama gerçek kimliğinin bu olduğunu sanmıyorum.”

“Bunun konumuzla ne ilgisi var?” diye sordu Başkan’ın solundaki üye.
“İlgiyi siz kurun. Ben de kurmaya çalışıyorum. Bu adamla 1982’nin Aralık ayında Madrid’te dış görevde karşılaştım. O zaman Başkonsoloslukta vize memuru statüsünde çalışıyordum. Madrid’teki büromuza uğradı birgün. Daha sonra teşkilata çalıştığını öğrendim. Dışişleri’nden bir görevli söyledi bunu bana. Ama gerçek adını bilmiyordu. Karargahtan soruşturdum sonra. Oradan da gerçek adı konusunda bir bilgi edinemedim. Sadece eski bir teşkilat mensubunun oğlu olduğunu öğrendim. Uzun araştırmalardan sonra bu eski görevlinin kim olduğunu tespit ettim. Böylece Madrid’te karşılaştığım esrarengiz görevlinin soyadını da tabii… Madrid’te tanıdığım teşkilat mensubunun babası 1955 ile 1977 yılları arasında Kontrespiyonaj bölümünde ‘Metin’ kod adıyla ajan olarak görev yapmış. İngiltere’de ve Rusya’da operasyonlara katılmış. 1977 yılında MI6 adına İstanbul’da çalışan bir Türk casusu takip etmiş ve bu casusu İngiliz ajanlara gizlice rapor verirken görüntülemiş.”

“Hımm. İlginç, gerçekten çok ilginç” dedi Başkan.
“Daha ilginci şu: Casusu görüntüleyen minik kamera bir İngiliz şirketinden ithal edilmiş. MİT; ithalatı bir Türk şirketi olan Atılım Holding üzerinden gerçekleştirmiş. Fakat bu, özde paravan bir satış. Çünkü Atılım Holding’in kasasından tek kuruş çıkmamış. 100 kamera için 1 milyon dolar ödenmiş. Ve bu para Örtülü Ödenek’ten karşılanmış.”

“Hala bağlantıyı kuramadım” diye böldü Başkan’ın solundaki üye.
“Sabırlı olun taşlar kendiliğinden yerine oturacak” diye tamamladı konuşan üye. “Kameraları ihraç eden şirketin adı Sky. Yani Mayıs ayında öldürülen Alan Barret’ın sahibi olduğu şirket. Öykünün geri kalanı daha da şaşırtıcı. Ömer Faruk Deniz sahte kimliğiyle MİT’e çalışan görevlinin babası 1977 yılında İstanbul’daki malikhanesinde öldürülmüş. Olay yerinde boş kovan bulunamamış. Otopsi sonuçlarına göre cinayette toplu tabanca kullanılmış. Aylar sonra Erdek Körfezi yakınlarında bir tabanca bulunmuş. Balistik inceleme sonucunda bu silahın Metin kod adlı MİT görevlisine yönelik suikastte kullanıldığı anlaşılmış.”
“Karmaşık ama aynı zamanda net bir öykü” dedi Başkan.

“Daha bitmedi. Silahın menşei ABD. Seri numarası 685312. Bir Smith-Wesson. Satıcı şirket RKT Company S.A. Bu ABD şirketi, silahı İngiliz Güvenlik Örgütü MI5’a satmış. Bir MİT görevlisi, İngiliz Gizli Servisi’ne çalışan bir Türk casusun faaliyetlerini tespit ettikten sonra öldürülüyor. Hem de MI5’a satılan bir silahtan çıkan kurşunlarla…”

“Ve daha sonra casusluk faaliyetlerinin tespitini sağlayan kamerayı ihraç eden İngiliz şirketinin patronu vuruluyor. Ardından da başka işadamları…” diye tamamladı Başkan.
“Barret’ın, komünikasyon piyasasındaki rakibi Watson’ın talimatıyla ortadan kaldırıldığı kesin. Bu hikayeyle bağlantı kurmak için fazlasıyla metafizik düşünmek gerek. Ayrıca öldürülen diğer İngiliz işadamlarının da bu olayla uzaktan yakından bir ilgisi yok” dedi üyelerden biri.

“Haklısınız” dedi Başkan. “Fakat yine de araştırılmaya değer.”
Sonra masanın diğer ucunda oturan üyelerden birine döndü ve “Kemal Bey; öldürülen MİT görevlisinin adını öğrenelim. Oğlunun şu anda nerede olduğunu ve teşkilat adına çalışıp çalışmadığını da… Ve İngiltere’deki kaynaklarımızdan bu esrarengiz cinayetlerle ilgili daha detaylı teknik bilgi alalım. Söylenecek başka bir şey yoksa toplantı bitmiştir beyler.”
Üyeler, başlarını ‘söylenecek bir şey yok’ anlamında iki yana salladılar.
Başkan önündeki dosyaları alıp gitti.
Salonu biraz olsun serinlik kaplamıştı şimdi.

Ocak 1998
Northampton

Anglosaksonların şirin kent (cute city) dedikleri Northampton’un Giriş Gümrüğü iki yolcuyu Britanya topraklarına dahil etti o gün. Orta ölçekteki boyları ve soğuk duruşlarıyla Fransız oldukları izlenimini veriyordu bu adamlar.
Suratsız gümrük görevlisi, iki yolcunun pasaport ve vizelerini inceliyordu. Pasaportlardan birinde Jean Colas adı dikkatini çekti ve bu ismi zihninin en kuytu köşesine not etti. Pasaporttaki bilgilere göre daha önce İngiltere’ye girişi olmamıştı bu Colas’ın. Vizesi ise üç aylıktı. Görevli, suratsız suratını zoraki kaplayan bir gülümsemeyle pasaportu Colas’a uzattı ve boğuk bir tonda “Welcome sir…” dedi, “Welcome to England.”

Sonra siyah kısa saçlı, mavi gözlü yolcunun pasaportuna baktı. Name, surname hanesindeki Josef Polemar adını okudu. Fotoğraftaki görüntüyle, gerçek görüntüyü karşılaştırdı. Ortada çelişik bir durum yoktu.
Yolcu, bavulunu gümrük kontrolünden geçirirken sırıttı. Suratsız gümrükçü de gülüyordu. İki adam, havaalanından çıktıktan sonra bu kez birbirlerinin yüzüne bakıp sırıttılar.

“Artı ve çarpı” dedi Polemar gülümserken, “Matematiğin büyük gizemi.”
“Kırmızı ve Mavi” diye tamamladı öteki, “Birleşen renkler evreni oluşturur.”
Ardından bir taksiye binip Londra yönüne doğru uzaklaştılar. Taksi, güneye sapıp otobana çıktıktan kısa bir süre sonra gözden kayboldu.

Ertesi gün; İngiliz güvenlik birimlerinde SIS, dış istihbarat dünyasında ise MI6 adıyla bilinen örgütün merkezi Century House’da sıradışı bir hareketlilik başladı.
SIS ajanlarının en kıdemlilerinden biri olan Thomson, binanın üçüncü katında şef yardımcılarından birine brifing veriyordu. Brifing esrarengiz işadamı cinayetleriyle ilgiliydi.

Şef Yardımcısı; Thomson’ın anlattıklarını dinledikten sonra, “Cinayetlerin birbirleriyle somut bağlantısını tespit edemedik diyorsun. Oysa sezgilerim bana öyle söylemiyor” dedi ağır bir tonda.
“Sezgilerim bana da farklı şeyler söylüyor olabilirdi efendim. Fakat elimizde bulgu yok” dedi Thomson.

“Peki dikkatlerimizi ilkin Alan Barret cinayeti üzerine yoğunlaştırsak…” diye mırıldandı Şef Yardımcısı, “Tezin nedir?”
“Kişisel sezgilerim bana bu cinayetin yurtdışı kaynaklı olduğunu gösteriyor. Şimdi bu sezgiyi bir tarafa not edip tamamen bulgulara dayalı olarak konuşacağım. Barret, Sky şirketini 1961’de kurdu ve kuruluş yılından itibaren çok sayıda ülkeye ihracat yapmaya başladı. İhraç ettiği ürünler; gelişmiş vericiler, dinleme sistemleri, böcekler, minik kameralar, televizyonlar ve uydu bağlantılı telefon sistemleriydi. Skalasında Uzak Doğu’dan başlayarak Çin, Rusya, Hindistan, İsrail, İran, Irak, Türkiye, Bulgaristan, Romanya, Çekoslovakya ve ABD bulunuyor.”
“Arada Rusya, Bulgaristan, Romanya ve Çekoslovakya olmak üzere dört eski demirperde ülkesi var” diye böldü Şef Yardımcısı.

“Evet bu dikkat çekici. Normal koşullarda böylesine gelişmiş teknolojilerin komünist sistemle yönetilen ülkelere ihracı ilginç, ama mantıksız değil. Bu ülkeler müttefik listemizde yer almadığına göre ihraçlarda başka bir amaç olmalı diye düşündük ve detaylı bir araştırma yaptık. Sonuçlar bizi yanıltmadı.”
“Nedir bu sonuçlar?” diye sordu Şef Yardımcısı giderilmesi zor bir merakla.
Thomson elindeki raporu ona usulca uzattı. Şef Yardımcısı raporu baştan sona dikkatle okudu. Her bir satırda yüz ifadesi değişiyordu. Tepkilerinden, bazı cümlelere çok şaşırdığı, bazılarını anlamlı bulduğu ve başka bazılarını da kanıksadığı sonucunu çıkarabilirdiniz.

Neden sonra raporu Thomson’a geri verirken, “KGB’nin Barret’tan hoşlanmadığı kesin. Sanırım onun MI6 ile organik bağlantısını kolaylıkla tespit etmişler” dedi.
“Bu doğru. Bütün detayları araştırıyoruz. Kaynaklarımız Barret’ın Rusya’da çalıştığı şirketler üzerinde araştırma yapıyorlar. Görüştüğü kişileri de tespit etmeye çalışıyoruz. Biliyorsunuz Mayıs’tan bu yana cinayet mekanı üzerindeki incelemelerden ve diğer soruşturmalardan ciddi bir sonuç çıkmadı. Enerjimizi Barret’ın bilgimiz dışındaki ilişkilerine yoğunlaştırıyoruz.”
“Güzel, başka bir şey var mı?”

“Evet, bir şey daha var. Dün Northampton Gümrüğü’nden Fransız pasaportlu iki kişi girdi İngiltere’ye. Birinin adı Jean Colas’tı. Ancak biz bu kişinin Fransız olmadığını biliyorduk. Fransa’da yaptığımız araştırmalarda kimlik bilgileri birebir örtüşen Jean Colas adlı kişinin 10 yıl önce Paris yakınlarındaki bir kasabada öldüğünü öğrendik. Bu kişinin üzerine kimlik düzenlemişler. Colas ve Polemar’ın faaliyetlerini izlemek için Gümrük’ten geçmelerine izin verdik. Daha sonra onları One Aldwych Hotel’de Türk Büyükelçiliği’nden bir görevliyle görüştükten sonra tutuklattık. Ve sorgularında konuşturmayı başardık.”
“Nedir bunların öyküsü?”

“Bir kere bu adamlar Fransız değil. Her ikisi de katışıksız birer Türk.
Jean Colas kimliğiyle giriş yapan kişinin asıl adı Mehmet Güneş. Yakalanmadan önce bu kişinin Türkiye’den ‘Tarık’ kod adlı biriyle yaptığı telefon görüşmelerini kaydettik. Sonra sorgusunda bu adamın kim olduğunu sorduk. James Russel cinayetini ‘Tarık’ın organize ettiğini söyledi. Başka teknik detaylar da verdi. Yakaladığımız bu iki adamın MİT’e çalıştığı konusunda en ufak bir kuşkumuz yok. Samimi bir tonda anlattılar herşeyi.”

“Peki ya Barret ve diğer cinayetleri sormadınız mı?”
“Sorduk. Israrla ve hatta psikolojik baskıyla sorduk. O konuda hiçbir şey bilmediklerini söylediler. Biz de bir şey bilmediklerini düşünüyoruz. Onun için cinayetler arasında bağlantı kurabileceğimiz maddi bulgular yok dedim.”
“Hımm. Peki Russel’ı neden öldürmüş olabilirler?”

“Russel’ın Türkiye’de kurmayı planladığı off-shore banka projesini engellemek için. Çünkü Russel, Musevi asıllı bir Türk tefeciye rakip olacaktı.”
Şef Yardımcısı saçını kaşıdı. Bunu yapınca zihninin daha işler hale geleceğini zannederdi hep. Oysa bu zannın doğru olmadığını deneyimle bilirdi.
“Zaman…” dedi ansızın. “Bekareti bozulmamış fahişe… Zamanın getireceklerini bekleyeceğiz. Zamanla yarışarak derinleştirin soruşturmayı. Daha fazla bilgi, daha fazla kanıt, daha fazla başarı istiyorum.”
Sonra usulca ayağa kalktı ve muzaffer bir komutan edasıyla odadan çıkıp gitti.

Şubat 1998
İstanbul

Mete Bey’in morali olabildiğince bozuktu. Öyle ki, şu anda onu seksepali yüksek bir kadın, ya da çılgın bir gitar solosu bile teselli edemezdi. Gerçi Mete Bey, bu tür anlarda genelde çılgın gitar sololarını tercih ederdi. Rock her zaman bir kadından daha değerliydi onun için. Bir tutkuydu rock ona göre, yetkin bir bağımlılık… Her tatma eyleminde lezzeti daha da artan mistik bir meyveydi sanki. Ona alıştıkça büyüsü daha da artan bir ikondu. Oysa bir kadına alıştıkça ondan soğurdu Mete Bey. Üstelik tepkisel olarak yapardı bunu. Kadının aşkı, alışkanlıktı ona göre. Dilbilimsel ölçekte işteş, ama özde işteş olmayan bir yönelimdi bu. “Bir erkeğe alışıp sadece onunla olmayı nasıl başarabiliyorlar?” diye düşünürdü. “Ve bu gücü nereden alıyorlar? Alışkanlıklarını korumak güç gerektirir.”

İşte alışkanlıklarını kutsayıp onlara sıkı sıkıya bağlı olabilecek kadar güçlü davrandıkları için nefret ediyordu kadınlardan. Ve her yeni birliktelikte artıyordu nefreti. Bu nefretin, kendisine zarar verecek boyutlara ulaşmaması için iki yöntem belirlemişti eskiden. İlkine göre, birine sevgiyle bağlanacak ve kadınlara yönelik genel nefretini bu sevgide kaybedecekti. Ya da hayatına çokça kişinin dahil olmasına izin verecek ve böylece o genel nefreti birlikte olduğu kadınların kişiliğinde üleştirerek sıkıntısını en aza indirgeyecekti.

İkincisini tercih etmişti yıllar önce. O zamanlar insan hayatına yön veren çok spesifik anların varlığını kabul ederdi Mete Bey. Ve seçimlerin bütün bir yaşamı biçimlendireceği anlardır bunlar diye düşünürdü. Sıradışı bir iş görüşmesinden sonra bir gizli servis üyesi olursunuz, ya da ticarete atılırsınız veya bu ikisinden tamamen bağımsız olarak yazmaya yargılı bir mesleğe gönül verir ve gazeteci olursunuz. Mete Bey’e göre, işte tam o andan sonra mesleğiniz, -neredeyse profesyonel bir heykeltıraşın titizliğiyle- hayatınızı şekillendirirdi.

İşte bu anlar, aşk düzleminde de çıkardı karşınıza. O kişiye değil de bu kişiye aşık olursunuz, onunla geleceğe ilişkin istikrarlı planlar yaparsınız. Şu halde hayatınız üzerindeki kararların azımsanmayacak bir kısmını o kişinin tasarrufuna bırakmışsınızdır. Ya da, “Benim yaşamım yalnızca bir kişinin üzerinde çizikler atacağı boş, beyaz bir kağıt değildir” dersiniz ve sonsuz olasılıklar alanında birden fazla kişinin hayatınıza girip çıkacağı gerçeğini kabul ederseniz. Fakat bu daha da fenadır ve siz bu fenalığın ayrımında bile olmazsınız. Çünkü bu kez o yadsıdığınız beyaz kağıda bir kişinin değil ama birçok kişinin çizik atmasına izin vermiş olursunuz. Böylece kimileri öperek kutsar o kağıdı, kimiyse ırzına geçer kağıdınızın… Kimileri bahar kadar sıcak nefesini üfler oraya, kimiyse kıçını dönüp yellenir. Ve sonra… Evet sonra o kağıtta boş yer kalmaz size. Koruyabileceğiniz bir hayat kalmaz.

Mete Bey de, Mr. Barret gibi hayatını koruyamayanlardandı. Geçen yıl Mayıs ayında Londra’da öldürülmeden önce biyografisini titizlikle incelemişti Mr. Barret’ın. Mete Bey, bu incelemeden sonra Barret’ı, “Yaşamı başkalarının inisiyatifinde giderek gelişen bir adam” diye nitelendirmişti. “Ve ölümü de yine başkalarının emriyle gerçekleşecek. Yazık, çok yazık…”

Aslında can sıkıntısının nedeni buydu Mete Bey’in. Başkaları gibi, düşünmeden işini yapan ve kazanımlarına bakan biri değildi o. Yaptığı her eylemin sorumluluğunu taşırdı. Ve hatta pişmanlığını… Ölüm emri verir pişman olurdu, vermese daha da pişman olurdu. Kendisi vermese bile başkaları verirdi o ölüm emrini. Ve Mete Bey, o başkalarının adına da pişmanlık duyardı.
Son olarak geçen ay İngiltere’ye Northampton Gümrüğü’nden giren iki Türk’ü de o göndermişti. Fakat İngiliz Gizli Servisi’nin kontrespiyonaj birimi, adamlarının ikisini de enselemişti.

Fakat Mete Bey’i düşündüren onların konuşma değil, konuşmama riskleriydi. “Umarım konuşurlar” diye mırıldandı ansızın. “Onlar konuşursa gerçekler sözkonusu edilecektir. Eğer konuşmazlarsa MI6 kendi gerçeğini belirleyecek ve ona göre davranacaktır. Bu durumda biz de onların ne yapacağını bilemeyeceğiz. Ve olasılıklar gündeme gelecek. Lanet olsun, gerçek her zaman olasılıklardan daha iyidir.”

Boğaza nazır evinin balkonuna çıktı yine. Kısa, hafif kır saçları güneyden
-karşıdaki en uzak yerlerden- gelen rüzgarın etkisiyle dalgalanıyordu. Bir süre dudaklarını ısırarak düşündü. “Boşver” dedi sonra. “Boşversene sen. Bunların hepsi hikaye.”

Tekrar salona girip müzik setini açtı. CD’de Pink Floyd’un Sorrow’u çalıyordu şimdi. Bir rock parçasını; gitar, klavye ve davul seslerini ayrıştırmadan dinlemek yoğun bir dikkat ve bütünleştirebilme yetisi isterdi. Mete Bey bu yetiye sahipti. Parçayı sesleri ayrıştırmaksızın dinledi. Özellikle de sondaki soloyu… David Gilmour’ın gitarı ağlıyordu şimdi.

Aynı gün İngiliz Interpolü’nden Ankara’ya ‘top secret’ kayıtlı bir kriptografi ulaştı. Londra, Fransız pasaportuyla İngiltere’ye giren iki Türk’ün ‘toplumsal huzuru bozacak’ bir eyleme hazırlanırken suçüstü yakalandıklarını belirtiyor ve bu iki kişinin MİT’le ilişkisinin aydınlatılarak ivedi bir yazıyla bildirilmesini istiyordu.

Kriptografi, Dışişleri Bakanlığı’na iletildi ve başta Müsteşar olmak üzere tüm üst düzey yetkilileri şaşırttı. Hemen araştırmalara başlandı. İngiltere’ye ölü bir Fransız’ın kimliği ile giren Mehmet Güneş’in 13 yıl süreyle MİT’e çalıştığı, ancak iki yıl önce teşkilatla ilişiğinin kesildiği belirlendi. Polemar sahte kimlikli Eser Yürek ise 9 yıldır MİT tarafından eleman olarak kullanılıyordu. Normal koşullarda Yürek’in, hatta Güneş’in attığı her adımdan MİT’in haberdar olması gerekirdi. Ancak MİT’le ilişkisi kesilmiş olan Güneş bir tarafa, hala teşkilata çalışan Yürek’in İngiltere seyahati konusunda MİT’in hiçbir bilgisi yoktu. Ne resmi, ne de gayri-resmi bir görevlendirme sözkonusuydu. MİT, gayri-resmi görevlendirmeleri Dışişleri’ne bildirmez, İngiltere’deki elemanına da sahip çıkmazdı ama teşkilat içinde de herkes -Dış Operasyonlar Daire Başkanı ve Müsteşar başta olmak üzere- gizli bir görevlendirme olmadığını çok iyi biliyordu.

Diğer taraftan Yürek’in kendi başına hareket ederek Northampton’dan İngiltere’ye girdiğini ve daha sonra da bir keklik gibi yakalandığını düşünmek de safdillik olurdu. Olsa olsa bir klik, bir grup organize ederdi bu işi. Fakat buradan hareketle de gizemli İngiltere seyahatine anlam vermek zor görünüyordu. Özetle ortada bir paradoks vardı. Evet, tam olarak bir paradokstu bu.

MİT, o paradoksu kendi içinde muhafaza ederken Dışişleri’ne olabildiğince açık bir yanıt vermeye çalıştı. Evet servis; şu Güneş soyadlı adamla çalışmış ve Yürek’i de daha birgün öncesine kadar kullanmıştı ama bu İngiltere seyahati ile ilgili hiçbir görevlendirme sözkonusu değildi. Görünen oydu ki, bu iki maceraperest belki kişisel, belki de kliksel bir çıkar için planlanan bir eylemi uygulamak için İngiltere’ye gitmişti. Şu halde teşkilat, bu iki şahsı izleyip yargıya teslim etmeyi en az MI6 kadar iyi bilirdi. Yeter ki amaçlarının ne olduğu tam olarak ortaya çıksındı.

MİT’in yazısı pek açık görünmese de, Dışişleri kanalıyla Londra’ya iletildi. İngilizler, bu cevap karşısında şaşkına döndüler. Türk Gizli Servisi, nasıl hem bu kadar açık, hem de bu kadar örtülü konuşabiliyordu? Örgütle direkt, ya da dolaylı bağlantısı olan kişilerin burada ne aradıklarını nasıl bilemez, dahası bu kişileri neden takip etmezdi? İngiliz hükümeti, bu cevap üzerine Ankara’dan yardım istememeye ve konuyu kendi imkanlarıyla soruşturmaya karar verdi. İpler gerilmeye başlamıştı.

Ertesi gün Ankara’ya sert bir nota verildi. AB’nin olası üyesi Türkiye, -en azından- bir Avrupa ülkesinin güvenliğini tehdit eden konuda yeterli ve gerekli önlemleri almayarak sorumsuz bir tutum takınmıştı Anglosaksonlara göre. Bunun sonucu ise dış ilişkileri bütünüyle askıya almak olmalıydı. Nitekim öyle de oldu. İngiliz Hükümeti, Türkiye ile ilişkilerini geçici olarak durdurduğunu açıkladı.
İpler büsbütün gerilmişti artık.

Kasım 1998
Londra

Mevsim Hazan’dı İngiltere’nin kutsal şehrinde. Rüzgar esiyordu usul usul. İnce, ama sıkı bir rüzgar…

Bir yaprak düştü soğuk, ıslak Bow Street’in üstüne. Mevsim Hazan’dı. “Ölümlerden ölüm beğen” dedi Tanrı yaprağa. “Ve gülümse ölürken. Hepiniz hakediyorsunuz gülümsemeyi. Hepiniz hakediyorsunuz ölümü.”

Yaprağı işte o zaman gördü The Fielding Hotel’in penceresinden caddeye bakan adam. Gözlerinde soğuk, anlaşılmaz bir gülüşle bakıyordu düşen yaprağa. Evet gülümsüyordu. Ölümü düşünerek gülümsüyordu hem de…

“Hepimiz hakediyoruz gülümsemeyi” diye mırıldandı ansızın. “Hepimiz hakediyoruz ölümü…”

“Buraya ölmeye mi geldin?” dedi odanın diğer ucunda aynaya bakıp saçını tarayan adam.

“Hayır ölmeye değil, hakettiğimi yaşamaya geldim” dedi pencereden bakan adam. “Ölürken gülümsemeye…”

Öteki adam esaslı bir kahkaha patlattı. Sonra ansızın ciddileşti:

“Bu operasyonu tamamlamalıyız Tan. Ölmeden önce yapmalıyız bunu.”

“Yapacağız” dedi Tan kod adlı adam. “Elimizden geleni yapacağız. Ama ölümü unutma hiçbir zaman. Çünkü o, seni unutmaz.”

“Aslına bakarsan buraya kadar ölmeden, ya da tutuklanmadan gelmiş olmamıza şaşıyorum. İngilizler Mehmet Güneş ve Eser Yürek’i kolay enselemişti.”

“Evet ama onların takip edildiği bizi görevlendiren ekipçe de biliniyordu. Yemdi onlar aslına bakarsan… Bunu biliyorsun.”

“Evet biliyorum ve lanet olsun bilmek acı veriyor bana.”

“Son görevi yerine getireceğiz. Zihnimizden başka kanıt yok üzerimizde. Bu da bizim kanıtımız sadece. Dünyanın en iyi polisi bile zihnimizi kanıt olarak kullanamaz hiçbir koşulda.”

“Evet yapacağımız işi biz biliyoruz sadece. Ne yazılı bir plan var, ne buradan temin edilmiş bir silah ya da bir bomba… Herşey bizde.” İşaret parmağıyla kafasına vurdu. “İşte bu küçük kafatasının içinde.”

Tan kod adlı adam gözlerini, caddeye düşen yapraktan aldı ve pencerenin önünden çekildi. İçini ansızın bir huzursuzluk kaplamıştı sanki.
Aslında nedensiz değildi bu huzursuzluk ve olağandışı bir sezgiden kaynaklanıyordu.

İngiliz güvenlik birimleri, iki Türk’ün The Fieldeng Hotel’in üçüncü katındaki odada sohbet ettikleri sırada içeri girip her ikisini de yakalamak üzere son hazırlıkları yapıyordu. Tabii eğer adamlardan biri ya da her ikisi ölmezse…
Ekibin başında MI6’in gözde ajanlarından Thomson vardı. Yılın ilk günlerinden itibaren esrarengiz işadamı cinayetlerinin soruşturmasını üstlenmişti.

İngiltere’nin tüm gümrüklerindeki giriş-çıkışları yakından takip ediyordu ekip. Çünkü alınan istihbari bilgiler İngiltere’de bir suikast daha tertipleneceğini ve son suikastin de Made Holding’in patronu Calvin Robert’a yönelik olacağını ortaya koyuyordu. Bu bilgiler SIS’e, önemli duyumlara sahip olduğu anlaşılan birileri tarafından ulaştırılmıştı. Aslında bir ihbardı bu. Tam olarak bir ihbar…
Ve şimdi burada -Bow Street’te, The Fielding Hotel’in karşısındaki binada- bulunan operasyon birimleri hazırdı.

Thomson, otelin iç yapısını gözönüne alarak iki ayrı operasyon timinin odayı kuşatması ve sis bombalarıyla içeriye girip adamları öldürmeden yakalamasını istemişti. Buna göre üç kişilik timden bir kişi, garson kılığında kapıyı çalacak ve kapı açılır açılmaz içeri sis bombaları yağacaktı. Garson kılıklı adam, çelik yelek giymişti ve belinde bir Sig Sauer ile otomatik Uzi taşıyordu. Diğer iki adam garsonun odaya girişinden sonra içeri sis bombaları atacak ve daha sonra odaya girip iki adamı uyuşturucu kurşunlarla etkisiz hale getirmeye çalışacaklardı. Hemen ardından üst kattaki odanın penceresinden halatlarla aşağı sarkacak olan ikinci timin elemanları da camları kırıp odaya ansızın girecekti. Bunların silahlarındaki kurşunlar ise uyuşturucu değil, gerçek kurşunlardı.

Fakat operasyon zor olacağa benziyordu. Bir kere, garson kılıklı adamın vücudu çelik yelekle korunacak olsa bile başı açık hedef konumundaydı. Diğer taraftan uyuşturucu kurşunlar hedefi yere düşürür ama -eğer silahlıysa- onun ateş etme gücünden bir şey kaybettirmezdi. Şu halde uyuşturucu kurşun, bir dakika içinde etkisini gösterene kadar, iki Türk’ün en az beş-altı el ateş etmesini beklemek, daha doğrusu bu olasılığı gözönüne almak gerekiyordu.

Thomson bunu düşünmüştü. Operasyonu yürütecek timin başındaki görevli de…
İşte bu yüzden operasyon ekibinde gizlenemez bir tedirginlik gözleniyordu. Operasyon timlerinin işlerini çok iyi yaptıklarına kuşku yoktu. Ancak bu tür operasyonlar genelde karşıdaki kişi ya da kişilerin öldürülmesinde bir sakınca olmadığı durumlarda daha kolay gerçekleşirdi. Eğer karşınızda size sürekli ateş eden bir güç varsa siz de ona öldürme kastıyla hiç durmamacasına ateş edip düşmanı alt edebilirdiniz. Ama eğer o gücün unsurlarını sağ yakalamanız gerekiyorsa işiniz gerçekten çok zordu.

Fielding Oteli’nin üçüncü katındaki odada bulunan adamlar dışardaki hazırlığın farkında değillerdi. Tan kod adlı adam odanın içinde sürekli geziniyor ve görevi başarıyla yerine getirebilmek için yapılan planı defalarca zihninin süzgecinden geçiriyor, geçiriyordu. Diğer adam ise yatağa uzanmış televizyon seyrediyordu. Birazdan burada büyük bir gürültü kopacağını bilmiyordu. Böyle kayıtsız davranmaya devam ederse operasyon başlayana kadar anlamayacaktı da…

Az sonra kapı çalındı. Oda servisinin saati değildi. Başka kimse de gelmeyeceğine göre bu işte bir gariplik vardı. Tan -yüzündeki şaşkın ifadeyle- yatağın üzerinde uzanıp televizyon izleyen adama kapıyı açmasını emretti. Adam Baretta marka şık tabancasını kabzasından çıkardı ve kapıya doğru yöneldi. Adrenalininin yükseldiğini duyumsuyordu.

Kapıya yaklaşınca seslendi:
“Yes, who are you?”
“I’m sorry sir” dedi kapının ardındaki ses. “Ben garson Winter. Bu akşamki spesial yemeklerimizi tanıtmaya geldim.”
Kapıyı açmaya hazırlanan adam Tan’a baktı. Köşede, elinde tabancasıyla siper almıştı. Başını yavaşça salladı. Adam kapıyı açtı.
İçeri uzun boylu bir garson girdi. Adam kenara çekildi. Garson ona, o da garsona bakıyordu.

Tan, ansızın köşede -yatağın yan tarafında- oluşturduğu siperin ardından ateş etti. Dokuz milimetre çapındaki Baretta’dan çıkan kurşun takip edilemeyecek bir hızla ilerledi ve garsonun alnına saplandı. Garsonun gözleri -bütün bir hayatında hiç ayrılmadığı kadar- ayrıldı ve hemen sonra vücudu yerle buluştu.
Tan, garsonu vurmuştu. Kapıyı açan adam, Tan’ın yüzüne ‘Ne yaptın?’ der gibi bakarken Tan bağırdı:

“Kapıyı kapat ve buraya gelip siper al!”

Garsonu vuran bu profesyonel gangster, kapı açılır açılmaz garsonun elbisesinin altından sarkan tüfeğin namlusunu görmüş ve hemen ateş etmişti. Zaten kapının açılmasını isterken de içinde kötü bir his vardı. Fakat kapıyı kendileri açmasa bile baskını düzenleyenler zorla açacak ve üzerlerine birden kurşun yağdıracaklardı ki; bu, Tan’ın daha az istediği birşeydi. İşte bu yüzden kapıyı açtırmış ve garsonun elbisesinin altındaki silahı görür görmez ateş etmişti.
Adam kapıyı hemen kapattı. Sonra Tan’ın çaprazında kalan koltuğun ardına geçip siper aldı.

Koridordaki tim elemanları kapıyı otomatik tüfekle taramaya başladı. Kurşunlar süratle geliyor ve kapıyı delip geçtikten sonra bir o tarafa, bir bu tarafa yol alıyordu. Yoğun ateş ve ondan kaynaklanan gürültü, neredeyse 40 saniye sürdü. Son 5-10 kurşunla birlikte kapının kilidi kırıldı ve hafif bir ‘tık’ sesinin ardından açıldı. Tan ve yardımcısı nefesini tutmuş öylece bekliyordu.
Üst kattaki odadan çıkıp eylemcilerin bulunduğu odanın penceresine sarkacak olan timin elemanları ise, henüz ana ekipten ‘gir’ emri gelmediği için halatları indirmiş bekliyorlardı. Üçü de odanın penceresinin üzerinde ayaklarını binanın duvarına dayamış telsizden gelecek parolayı bekliyorlardı. Parola ‘güç ve hayat’tı.

Ansızın odanın içine -televizyonun olduğu yöne- sis bombası atıldı ve ortalık beyaz, bembeyaz bir örtüyle kaplandı. Ardından içeriye -seslerden otomatik olmadığı anlaşılan- silahlardan çıkan kurşunlar girdi hışımla. Eğer orada, odayı kaplayan beyaz örtünün içinde hareket eden kurşunların devinimlerini ağır çekimle kaydeden bir kamera olsaydı hem niceliksel, hem de niteliksel açıdan tam bir görsel şölene bürünen bu anları saptayabilirdi.

Kurşunlardan birkaçı Tan’ın göğsüne ve koluna -vücut dilinde triseps olarak adlandırılan kasların olduğu bölüme- isabet etti. Çaprazda, koltuğun ardında duran Tan’ın yardımcısı da kurşunlardan nasibini almıştı.

Tan, bu kurşunların uyuşturucu özelliği olduğunu soyadı kadar iyi biliyordu. Çünkü daha önce eğitim görürken bunlardan birkaç tane yemişti:
“Uyuşturucu kurşun bunlar. Bizi sağ yakalamak istiyorlar.”
“Evet” diye onayladı yardımcısı boğuk sesiyle. “Bunun ayrımındayım. Bize düşense ölüm. Değil mi koca silahşör?”

“Evet, hakettiğimizi yaşayacağız” dedi Tan. “Ölürken gülümseyeceğiz. Hepimiz hakediyoruz gülümsemeyi, hepimiz hakediyoruz ölümü.” Gülümsedi.
“Artı ve çarpı” diye karşılık verdi yardımcısı. Sesi şimdi daha yorgundu. “Matematiğin büyük gizemi.”

“Kırmızı ve Mavi” diye tamamladı Tan. “İngilizlerin bayrağı.”
Koltuğun ardındaki adam, Tan’ın bu sözlerinin ardından silahını başına dayadı ve hemen ateşledi. Uzamda hareketsiz biçimde yer kaplayan bir özne olarak yatıyordu şimdi.

Tan, onun büsbütün durağanlaşan yüzüne baktı ve “Lanet olsun, gülümse evlat” dedi. “Hepimiz hakediyoruz gülümsemeyi. Hepimiz hakediyoruz ölümü.”
Sonra gülümsedi ve şakağına dayadığı Baretta’yı ateşledi.
Vücudu hareketsiz bir şekilde yere yığılırken o hala gülümsüyordu.
Ve bedeni çürüyene kadar da gülümseyecekti.
Aralık 1998
Londra

Şef Yardımcısı ile ajan Thomson kentin gözde restoranlarından The Criterion’da akşam yemeği yiyordu. Burası klasik İngiliz yemeklerinin tadımı için çok yerinde bir seçimdi. Thomson’ı buraya getiren Şef Yardımcısı’ydı. Aslında bir kutlama yemeğiydi bu. Mayıs 1997’den bu yana işlenen cinayetlerin gizinin çözülmesinden kaynaklanan bir kutlama yemeği…

“İyi iş başardın” dedi Şef Yardımcısı, insanın damağına hitap eden geyik dili rostosundan küçük bir parça koparırken.

“Ah! Evet” dedi Thomson. “Bana verdiğiniz bilgiler sayesinde.”

“Aslında onlar birer ihbardı” diye düzeltti Şef Yardımcısı. “Cinayetleri tertipleyen şebekeyi yakından tanıyan, hatta o şebekenin içinde bulunan birinin ihbarlarıydı.”

Thomson, yüzündeki anlamsız ifadeyle, “Bunu hiç düşünmedim” dedi. “Kimdi bu ihbarcı?”

“Bir Türk mafya babası. Adı Mete. Sanırım vicdan azabı çekiyormuş. Ve şebekesini bu yüzden ele vermiş.”

“Soruşturmayı Mossad üzerine odaklamamı demek bu ihbar yüzden istemiştiniz. Bu Mete adlı Türk’ün Mossad’la ilişkisi neymiş peki?”

“Esasen parasal bir ilişkiden başka bir bağlantısı yok. Bir Yahudi tacir, bu adama yüklü miktarda para veriyor ve İngiltere’de beş büyük işadamının cinayet şebekelerince ortadan kaldırılmasını istiyor.”

“Ve Yahudi işadamı, bunu Mossad adına yapıyor” diye tamamladı Thomson.

“Fakat herşey neden bu kadar açık? Mossad, dünyanın en etkili ve en sessiz eylem örgütü. Neden kendi; daha etkili ve daha sessiz bir biçimde yapmadı bu eylemleri?”

“Kimse maşa varken yanan kömürü tutmak istemez Thomson. Başarı oranının azlığı, fazla riskten iyidir. Eğer İngiltere’de birkaç Mossad elemanı cinayet işlemeye hazırlanırken yakalansaydı herhalde İsrail’le savaşmamız gerekirdi. Çünkü Mossad, bu cinayetleri tertipleyerek Britanya’da ekonomik kriz yaratmak istiyordu. Borsa dalgalanacak, üretim düşecek, enflasyon yükselecek ve böylece işlenen beş ayrı destabilizasyon cinayeti amacına ulaşmış olacaktı.”

“Bu, İsraille savaşmamız için yeterli bir gerekçeydi evet, Peki ya şimdi?” dedi Thomson. “Şimdi hiçbirşey yapmayacak mıyız?”

“Yahudi tüccarı, İsrail Hükümeti’ne şikayet etmekten başka, hayır… Ayrıca Ankara’yı da uyarmamız gerekiyordu ki, bunu yaptık.”

“Hem basit, hem de karmaşık bir öykü. Anlamıyorum. Öykünün içinde olmama rağmen anlayamıyorum.”

“İçinde -tam merkezinde- bulunduğun öyküleri anlayamazsın Thomson. Çalıştığın devleti de gerçek anlamda tanıyamazsın. Gerçek, dışarıdan daha kolay görünür.”

“Sanırım haklısınız. Peki Mete Bey ne olacak? Taltif edilecek mi bizim tarafımızdan?”

“Bu artık mümkün değil.”

“Neden?”

“Üç gün önce İstanbul’da öldürüldü de ondan. İsrail, onun bize ihbarda bulunduğunu sarsılmaz delillerle ispat etmiş olmalı.”

“Yani Mossad ihaneti tespit etti ve etkili-sessiz bir biçimde onu ortadan kaldırdı öyle mi?”

“Evet, buradan öyle görünüyor.”

“Eee. Siz, ‘gerçek dışarıdan daha iyi görünür’ demiştiniz ya.”

“İtirazım yok” diye onayladı Şef Yardımcısı sinsi sinsi sırıtırken. “Fakat…
Fakat şu Mete Bey’e yazık oldu.”

“Don’t worry” dedi Thomson. “Life is Death.”

“Üzülmüyorum” diye noktaladı Şef Yardımcısı.

“Hayat ölümdür.”