Seyfi, sanayiye vardığında bozkır sıcağı ortalığı kavuruyordu.
“Şu kilolardan nasıl kurtulacağız Allah’ım!” diye söylendi.
Ensesinden boynuna, oradan da sırtına inen ter damlacıklarını ayrı ayrı hissediyordu.
Penye ıpıslaktı.
Sefer Usta’nın Subaru servisi tenhaydı. Park etti. İndi.
“Vaaay Seyficim, hoş geldin canım. Gel.”
Tabureye çöktü:
“Off! Abi bu ne sıcak!”
Sefer Usta küçük oğluna seslendi:
“Güçük Alı Rızaa, Seyfi Abi’ne soğuk bir soda aç, içi coss itsin!”
İçin cossitmesi, yanan ateşe su dökünce olandı. Konya ağzının kusursuz konuşanı usta, söz konusu Subaru olunca emsalsizdi. Ama iş ahlakı, ustalık düzeyiyle aynı değildi. Buna rağmen Seyfi Abi, aracın bakımını burada yaptırırdı.
“Nasılsın ustam iyi misin?”
Sefer Usta, her zamanki gibi soluk soluğaydı: “Şükür Mevla’ma… Keyfimi gamyonlar taşıyamıyo.”
“Aman ne güzel, Allah daim etsin.”
“Sen dertlisin ama. Eee anlat bakim nedir?”
“Askere gidiyorum.”
“Sen askerliği etmedin miydi?”
“Yok.”
“Niye?”
“Doktora filan derken gecikti. Kısa dönem gideceğim.”
“Hayırlısı ossun.”
Seyfi Abi, yüz elli kiloya merdiven dayamış olan Sefer Usta’ya göre zayıf sayılırdı. Bu iri kemikli, uzun boylu, abartılı kilolu adamın aşırı enerjisi onu yerinde bir türlü durdurmuyordu.
Yağ, hava filtresi, fren yağı değişti; balatalar temizlendi; birkaç çay ve soda içildi. Yaklaşan yerel seçim tahminleri yapıldı. Kırkambar Mirza, Yarık Aziz ve Tampon Ahmet’le tanışıldı. Sefer Usta kan ter içinde kalmıştı. Bu kez, Büyük Ali Rıza’dan kuru havlu istedi. (İki oğlu vardı, ikisine de dedesinin adını koymuştu: Ali Rıza. Karışmasın diye birine küçük diğerine büyük Ali Rıza diyordu.)
Nihayet Seyfi Abi, Sefer Usta’nın hayli tuzlu ücretini ödeyip aracına bindi, topukladı.
Teslim günü sabah erkenden otogara gitti. Acemiliği geçireceği Küçükyalı’ya doğru hareketlendi.
Nizamiyeden girdikten sonrasını hayatı boyunca düş gibi hatırlayacaktı. Her şey flu idi. Saatlerce güneş altında hiçbir açıklama yapılmaksızın bekletildi. Üzerine dar gelen giysisini üç hafta yıkayamadı. İlk banyosunu iki hafta sonra yapabildi. Yemekhanede yiyemediğinden kantin kuyruğunda uzun süre yarım ekmek iki karper peynirini bekledi. Kilo verdi. Bellek yitimine uğradı. Sonunda ustalık evresi için gün gelip çattı. Üç günlük izinden sonra bu kez, Sivas’a yollandı.
Burası da farklı değildi. Sadece daha az kalabalıktı. Kantin kuyruğu yoktu. Haftada bir yıkanabiliyordu.
İki hafta geçmemişti ki birkaç astsubay bölüğe geldi.
Herkes toplandı.
En yüksek rütbeli, ordu evinde görevliydi. Adı Necmettin Vazalak’tı, müzisyen arıyordu.
Yedi sekiz kişi ayrıldı, diğer erlere dağılın emri verildi.
Görevli en baştakine sordu:
“Müzisyen misin?”
Er bağırdı: “Evet komutanım!”
“Ne çalarsın?”
“Keman komutanım.”
Eliyle yanı işaret etti:
“Sen geç.”
Sonrakine sordu: “Sen?”
“Müzisyenim komutanım.”
“Ne çalarsın?”
“Bağlama komutanım.”
“Sen de geç.”
“Ya sen?”
“Müzisyenim komutanım.”
“Ne çalarsın?”
“Darbuka komutanım.”
“Sen de geç.”
Seyfi Abi’ye sıra gelmişti.
“Sen peki?”
“Bendeniz nay-ı şerif üflerim efendim.” (Seyfi Abi, klasik Türk müziği sanatkârıydı.)
“S.ktir lan!”
Yanındakine geçti görevli: “Sen peki?”
Kenarda beklerken kulağında Sefer Usta’nın bağırtısı çınlıyordu: “Güçük Alı Rızaa, Seyfi Abi’ne soğuk bir soda aç, içi cossitsin!”

(*) Yazarın, Profil Yayınları’nca yayımlanan, “ALLAH’IN ADAMLARI” adlı kitabından…