Dönüp dolaşıyoruz “uzun ince bir yol”da, adına hayat diyorlar, mekanı cennet olsun şenlikli sürgün yazarımızın dediği gibi, “bir ömür” böyle geçiyor…

Döndüğümüz köşe başlarına çocukluğumuzu, gençliğimizi, yetişkinliğimizi serpiştiriyoruz. Tılsımlı bohçalar içinde taşıdığımızı sandığımız sevinçler kurşundan ağır bir yüke dönüşüyor yol uzadıkça…

Tanrım, döne döne oynuyoruz yalnızca bizim için, her birimiz için ayrı ayrı yazdığın oyunu. Muhteşem oynuyoruz, aksamadan ve aksatmadan oynuyoruz. Köşeyi dönenlerin neşeli çığlıklarına gülüp geçiyor çok azımız, çoğumuz imrenmek ve kıskanmak rolünü paylaşıyor. Kimse kendi rolünü abartmıyor…

Dursak da dönüyoruz; dönsek de dönüyoruz… Bunun “dönek” sözcüğünün küçümser çağrışımlarıyla bir ilgisi yok, olsa da dönmeye devam edeceğiz.

(Ülkem, kızlarının adını “Döne” koyan annelerin acılarıyla yoğrularak yüzünü dönüyor; dağlarda öteden ve beriden binlerce çocuk, dönerek saplanan bir merminin acısıyla döne döne can veriyor..)

Bir bilge, bir sema ayinine bakıp, dervişlerin yüzünde, bütün anlamlarıyla birlikte evrenin döndüğünü görüyor. Ve içine dönüyor:

İçine dön, diyorum, kendime; gözlerin yanıltıcı etkisini kendi yağmurlarınla yıka, uzun kirpiklerinin tenindeki ürpermesi yeni kapılar aralasın sakladığın bilinmezliğe…

İçine dön, diyorum kendime; kalbini dişlerinle söküyormuş gibi bütün sözcükleri sök at dilinden, kimselerin bilmediği yeni sözcükler öğren, öyle konuş kendinle…

İçine dön, diyorum kendime; döndüğün her yönü kutsa, aynalara gülümse…

İçine dön, diyorum kendime; duyduğun sesi unut ki kendi sesini dinle…

Yalnızlığını mutlu kılmak için nar çiçeklerinden yaptığın evleri ateşe ver, öyle çekil içine…

İçine dön diyorum kendime; aşktan ve ateşten bir ırmak gibi dökül bilgeliğin eteklerine…

İçine dön diyorum kendime; eğilmeden, eğlenmeden tarih denen dilberin, yani giysilerinin önünde…

İçine dön diyorum kendime; – bırak Mehmet Aycı’yı herkesin durduğu yerde, açıl denizlerine ve kendi adanı bul, kapan çocukluğunun dizlerine…- kendim konuşuyor benimle…