Edebiyatımızın kendine özgü yazarlarındandır Sadık Yalsızuçanlar. Deneyimli yazarın öyküleri, çocuk kitapları, belgeselleri, romanları ve denemeleri vardır. Her biri özenle yazılmıştır. Bu yoğun koleksiyonun içinde, özellikle “Hiç” ve “Sırlı Tuğlalar” adlı kitaplar felsefi bir birikim içermektedir. Söz gelimi, Tanrı, varlık, yaşam, bilgelik gibi temel anlamda felsefi ve teolojik konular üzerine kıssalar bulunmaktadır. Bunların her biri ilgiyle okunabilir.

Sadık Yalsızuçanlar, sadece edebiyata gönül vermiş biri değildir. Edebi metinler kadar oylumlu felsefi metinler de yazmaktadır. Sözünü ettiğimiz bu iki kitabın içinde, kendimize yakın bulduğumuz İbn Arabî’yle ilgili kıssaları mercek altına alacağız.

İslam felsefesinde sufilik ve bilgelik konuları kişinin kendi içine dönmesiyle bir anlam kazanır.

“Kapan içine. İyice dön içine, dön dön kendine. Kapan iyice. Açılmaksızın, bir daha açılmaksızın kapan içine. Kapandıkça açılır sana. Açıldıkça da kapatır beni.” (Sadık Yalsızuçanlar – Hiç – Yapı Kredi Yayınları – s.235)

Bu kısa metni alıntılamamızın nedeni; insanın kendine dönmesiyle, içindeki ışığı görmesi anlamındadır. Doğu felsefesinde buna, “Üçüncü Göz” denir. Bazen de “Gönül Gözün Açılması” , diye tanımlanır. İnsanın idrak, algı, anlayış, kavrama, çözümleme, yorumlama gibi değerleri sayesinde, kendi içinde var olan gizli hazineyi görmesi/bulması demektir. İbn Arabî’ye göre, her şeyde (canlı-cansız) Tanrı’dan gelen bir saflık, ilahî bir ışık vardır. İşte bu saf-öz, Tanrı’nın sıfatlarıyla kendini çoğaltır ve tüm evrene yayılır. Tanrı’dan tecelli eden ilahîlik, insan ruhunun diplerinde gizlidir. Onu oradan bulup çıkarmak ve ne olduğunu anlamak için, dış dünya ile fiziksel temasın kesilmesi gerekmektedir. Fizik ötesini kapsayan, sadece gönül gözüyle ve sezgilerle tanımlanan (biçimlenen), insanın, bu sözü edilen saf-öz’ü bulması için, bakmanın ve görmenin ötesine geçmesi gerekir. Bunun bir örneğini, yazardan alıntı yaparak paylaşalım:

“… Ansızın tüm varlığım tek bir göz haline geldi. Aynı anda tüm yönleri görebiliyordum. Hiçbir şey görüş alanımın dışında kalmıyordu.” (s. Yalsızuçanlar – Hiç – s.146)

Yazarın, burada kısaca sözünü ettiği, insanın tekâmül aşamasında yaşadığı değişimdir. Bunu aynı sayfanın son bölümünde daha net görüyoruz:

“Kenarı olmayan bir küre gibiydim. Yanları ve yönleri, zihnimde düşleyebiliyordum ama onları hissetmiyor ve onlarca sınırlandırılmıyordum. Nereye baksam aynı ışığı görüyordum. Artık bir göze dönüşmüştüm, tüm varlığım bir bakıştı.”

Bu metinde ağırlıklı olarak İbn Arabî’nin temel felsefesini görüyoruz. Kabala öğretisinde de Tanrı mutlak sonsuzluk olarak kabul edilir. Tanrı, Kabala’da “ayn” olarak belirli bir isim verilerek tanımlanır. Tanrı, ne sağda, ne solda, ne aşağıda ne de yukarıdadır. Tanrı, mutlak sonsuzluktur. İbn Arabî, bu tanımsallık üzerinden kişisel bir anlayış geliştirmiştir. Tanrı’ya ulaşmada özgün bir nefes alıp veriş tekniği, dış dünya ile olan bağlantının nasıl kesilmesi gerektiği, kendi içine nasıl bakacağı, ayrıca bunların aşamalarının öğretisini de anlatır. Önemli olanın, insanın bu öğreti sayesinde, kendini o sonsuz boşluğa ve hiçliğe bırakmasıdır. Bu arınmanın temel amacı, insanın yeniden doğuşunu simgeler aslında. İslam tasavvurunda da benzer bir anlayış hâkimdir. Söz gelimi, tevhid kavramı İslamiyet’in birinci ilkesidir. Tanrı’nın varlığı, tekliği, sonsuzluğu, yaratıcı ve yönetici gücü tartışmasız kabul edilir. İnsan, yaşam, evren sadece Tanrı’dan zuhur etmiştir. Tanrı’dan başka bir Tanrı aramak yanlıştır hatta büyük günahtır. Önemli olan, varlığın dayanağı ile kendine yönelmenin bu ilkeler doğrultusunda olmasıdır. Sadık Yalsızuçanlar’ın, varlık ve yokluk arasındaki bağlantının ipuçlarını bu öğretinin gizemli sözlerinde buluruz.

Aynı kitabın (s.234) içinde şunları yazıyor:
“O açandır. Kendini bırak ki sana da açılsın. Kendini kapısına ser ki açılasın.”

Böylelikle vuslat, erişeceği sonsuzluğa varmış olacaktır. Bu öğretide esas olan, hiçliğin anlamını kavramaktır. İbn Arabiye’nin hiçlik anlayışı, tüm bu dünya nimetlerinden elini eteğini çekmek değildir. Hiçlik duygusu (aslında, kavramı), kişinin geçirdiği evrelerin sonunda varacağı nihai yerdir. Buna, Budizm’de “Nirvana”, İncil öğretisinde, “Göklerdeki Baba’ya Kavuşma”, Yahudilikte ise, Merkabah öğretisinde olduğu gibi, Tanrı’nın ruhsal atmosferinde asılı kalması, deniyor. Hepsi bir yana diyelim, hiçlik anlayışı, insanın kendini gerçekliğini (ruhani anlamda) eğitmesi, terbiye etmesi, tekâmüle ermesi anlamındadır. Hiçlik, varlığın ta kendisidir. Hiçliği, Varoluş felsefesinden ayıran temel özellik de budur aslında. Varoluş felsefesine göre, insan öncelikle kendi özünü bulmalıdır (yaratmalıdır). İbn Arabi ise, hiçliği böyle bir dokunun dışına taşır. Varoluşçular, saf-özü yaratmanın kendi ellerinde olduğunu iddia ederler. İnsanın yaşadığı tarih, coğrafya ve iklim (siyaset de buna dâhildir) koşullarının oluşturduğu bir atmosferden beslenmesi gerektiğini söylerler. İbn Arabî ise, Varoluşçuların aksine, insanın çevresel tüm koşulardan kendini arındırmasıyla başarabileceğini söyler. Birinde kendini – Tanrı’dan bağımsız olarak yaratma varken, bir diğerinde ise, bu durum tersine çevrilir ve insanın kendini yaratması için, Yaratıcı olana kavuşması anlamına gelir.

Sadık Yalsızuçanlar, sözünü ettiğimiz kitabının 181. sayfasında şunları yazıyor:
“Yani nedir hiçlik? Ne bir şey ne de genellikle bir varlıktır. Hiçlik varlığa asılmış gibi varlığın yanı başında oluşur.”

İbn Arabî öğretisinde, yokluk anlayışı Fakr olarak kendini gösterir. Bunu da çoğu kez, Kuran’daki bir ayete dayandırır:

“Sen Allah ile beraber başka bir ilaha ibadet etme. Ondan başka ilah yoktur. Onun zatından başka her şey yok olacaktır. Hüküm yalnızca O’nundur ve kesinlikle O’na döndürüleceksiniz.” (Kassas Suresi – 88 ayet)

Buna göre, tasavvuf yorumunda son aşama olarak kabul edilen Fenafillah (ölmeden önce ölmüş gibi yap, anlamındadır) şöyle tanımlanır: Tanrı’dan başka hiçbir varlık, cisim ya da canlı yoktur. Her şey, O’nun aydınlanmasına yöneliktir. İnsanın bu makama (Fenafillah) ulaşabilmesi için, kendisini bu dünyaya bağlayan tüm kesretlerden kurtarması ve sonunda Vahdet’e ulaşması demektir. Varoluşçuluk çoğulculuktan tekilliğe, İbn Arabî ise çoğulculuktan tekilliğe geçmeyi önerir. Yukarıdaki ayetin son sözleri şöyleydi: “… kesinlikle O’na döndürüleceksiniz.”

Bunun bir anlamının da insana açık bırakılan kapı anlamına geldiğini düşünebiliriz. Yazar, kitabında felsefi derinliğin gizemli yollarında hepimizi düşündüren şu sözleri söylüyor:
“Yaklaştın eşiğine, bir adım daha at. Bir adım daha at yakınlaştın eşine benzerine. … Bir adım daha at kendini bırak şimdi sınırı sınırsızlığı bırak. Sadece bir adım daha at, yakınlaştın işte.” (Sadık Yalsızuçanlar – Hiç / s.238)

Yazarın, “Sırlı Tuğlalar” adlı kitabında da bir alıntı yapalım:
“GERÇEĞİN kapısını çalınca geriye temiz ve berrak su kalır.” (s.129)

Bu sözlerdeki yalınlık dikkat çekicidir. Ancak sözleri harflere ayırdığımızda, her bir harfi kendi anlamlarına böldüğümüzde, bu defa karşımıza yalınlığın içinde sırlarla örtülmüş olan önceden sözünü ettiğimiz gönül kapımız çıkar. İbn Arabi, “Nefs terbiyesinin Esasları” adlı kitabının 46. sayfasında şunları yazar: “Allah görmeyi seçti, çünkü o gözün son noktasıdır. Hiçbir haz, görme noktasına benzemez. Çünkü o, ibadet edilen hakkındaki görme kesinliğidir.”

İbn Arabi, görmeyi fiziksel bir anlam olarak değil, görmeyi Tanrı’ya ulaşmada kötüyü, çirkini, günahı gören/anlayan/tanıyan/bilen ve bundan kendini arındıran, dış gözün yerine gönül gözünün açılmasına işaret eder. Aynı kitabın 63. sayfasında şunları okuruz:

“Yolculuğunda Hakka’a eşlik etmeyen kimse, yolculuğunun selameti hakkında açık bir kanıta sahip değildir.”
Bu konuda son noktayı, İbn Arabî’nin “Nefsini Bilen Kendini Bilir” adlı kitabından bir alıntıyla sonlandıralım:
“Nebi, Resul veya bir başkası Cenab-ı hakk’ı dünyada baş gözüyle göremez.”

Sadık Yalsızuçanlar sözünü ettiğimiz iki kitabında da felsefi derinliği olan kıssaları okurlarıyla paylaşıyor. Bu kısa ama derin anlamlar içeren yazılarda, insanın yaşama gayesi nedir sorusuna çeşitli açılardan yanıtlar arıyor. İnsanın kendisiyle, çevresiyle, inancıyla, Tanrı’yla olan ruhsal bağlantılarını mercek altına alıyor. Bunların her birini kendi bakış açısıyla derinleştiriyor, her bir tümceyi özenle kuruyor. İki kitabının her sayfasında, insanın kendisine ayna tutacağı düşünsel açıdan hayli zengin metinler bulunuyor. Yazar, iki kitabında ideolojik, köktendincilik, politik gibi (eğrisi, yanlışı bol olan) kulvarlara yanaşmadan metinlerini hazırlamış. Bunların hiçbirinde köşeli laflar bulamazsınız. Dinler tarihi içinden önemli gördüğü birçok peygamber ve bilge insan hakkında saygı kuralları çerçevesinde, onların hepsiyle hesaplaşmadan sadece ilettikleri mesajları aktarıyor. Bunu yaparken de hiç kuşkusuz İslamî bir bakış açısından yararlanıyor. Ancak bu bakış açısını darlaştırmadan, içine gereksiz ve anlam bozucu şeyleri katmadan, dinsel inancın güzelliğini kişisel duyarlılığıyla yazıyor. Kitaplarında ruhanî-i duygusallık, edepli yaklaşımlar, kibar sözler, ölçülü paylaşımlar ile okuyanlara düşünsel zenginliği olan metinler sunuyor.