Bu yazımda çağdaş edebiyatımızda bir okul işlevi gören “Edebiyat” dergisi yazarlarından ve bu okulun öykü türündeki sağlam kalemlerinden biri olan Ali Karaçalı ve onun biricik eseri ‘Kamçı’dan söz edeceğim. Eserin ilk baskısı Edebiyat Dergisi Yayınları arasında Kasım 1982’de okuruyla buluşmuş. Aradan uzun yıllar geçmesine rağmen ikinci baskısı yapılmamış. Bu biricik eseri okuruyla buluşturmaya vesile olan Hece Yayınları’na ne kadar teşekkür etsek azdır.
Biricik eser diyorum: hacim olarak altmış iki sayfa ve toplam da on kısa öyküden oluşan bu naif eser, edebi ağırlık anlamında bir okul duyarlılığı ve yüzü her daim topluma, insana, insanlığa dönük sorumlu bir şahsiyetin insana, yaşadığı topluma ve dünyaya pürdikkat kesilmiş halini anlattığı içindir. Şimdilerde usta çırak ilişkisi ekseninde bilincini terbiye eden ve bu bilinci tüm ciddiyetiyle eserinde kelimelerine, cümlelerine giydiren kaç yazar kaldı şunun şurada?
Kısa öyküler usta işidir. Ne yaptığınızın hikâyesinden ziyade yapılanın, görünenin, olanın, olayın, anın, durumun net fotoğrafını çekme işi… Hani insanı derinden sarsan baktığınızda öylece dona kaldığınız fotoğraflar vardır. Neden bir fotoğrafın karşısında dona kalır, şaşırırsınız hiç düşündünüz mü? Çünkü o fotoğraf çağrışım doludur, yoğun bir anlatım sunar, sizi birden kendi atmosferine çeker ve siz o anda hayal mekanizmanızı çalıştırıverirsiniz. İçiniz acır, yüreğiniz güm güm eder, kalbinizin ritmi sizi korkutur, yerinden fırlayacağını zannedersiniz kalbinizin. Çünkü fotoğrafçı o anı yakalamak için belki saatlerce, belki günlerce, belki aylarca beklemiştir. Karaçalı’nın öyküleri de böyle. Yazar, benzersiz anların fotoğrafını çekerken donmuş bir kare sunmuyor; o anların içinde insan var, adeta kafasını patlatan bir bilinçle düşünen, acı duyan bir insan.
Cezayir bağımsızlık savaşını anlatan filmdeki öncü kahramanın halkı uyanışa, dirileşe çağırışını anlatırken -çırpınışını demeliyim – halkın duyarsızlığını ölülere şikâyet edişinden yola çıkarak birden memleketin sokaklarındaki bir divaneyi, Amer’i getiriyor önümüze. İki karakter arasında bağ kurarak ilerletiyor iç sorgularını.
İnsanı çepeçevre kuşatan, kendilik bilincini gasp eden, onu kendi sokağına hapseden, duyarsızlaştıran, çıkmazların, açmazların içinde bocalamasını öngören bir düzene getirilen eleştirileri kimi yazarlarda öyküden denemeye kayan bir üslupta okurken, Karaçalı aynı eleştirileri öykü üslubundan sapmadan ya karakterin tavrıyla ya da anlatıcının durum betimlemeleriyle anlatıyor bize. Yeri gelmişken bir alıntıyla savı pekiştirelim:
Bir kokuydu duyumsadıkları. Bir leş kokusu. Evlerden, ev içlerinden, sokaklardan, denizden gelen. Denizi kirleten, suyu kirleten, soluduğumuz havayı yediğimiz ekmeği kirleten bu kokudan başka neydi ki? Nasıl bir kokuydu bu? Ancak bilinçli algılayışlarla duyumsanan?
Derin sessizliğin, derin düşüncenin, eylemin ustasını ince ve naif bir selamla selamlıyor: “ Eylemin hiçbir sorumsuzluğa tahammülü yoktur! Kesin algılama.”
Damağımda kalan bilincin lezzetiyle kitabı kapatırken Karaçalı’nın neden öykü yazmadığını, böyle enfes bir dilden bizi niçin mahrum ettiğini düşünüp durdum. Böyle usta bir kalemin nice eserlerle gönlümüzü, kütüphanemizi şenlendirmesi dileğiyle sağlıklı, uzun bir ömür dilerken, yazıma altını çizdiğim şu cümlelerle son vermek isterim:

Bir umutsuzluk. Bir aldırmazlık. Bir yılgınlık. Bir başka şey yani, sizi tutan, bağlayan. Bir put belki. Habire savaşmanız gerekiyor bunun için içinizdeki urlarla, putlarla. Sürekli denetim kesin gereklilik.