Biz bütün yolların birleşip kimbilir kaça ayrıldığı bu noktada kararsızlıklar içinde kamp kuranlar; güneşin, yıldızların, pusula ve haritamızın ne geldiğimiz ne de gideceğimiz yön hakkında en ufak bir yardımda bulunmadığının farkına vardığımız an, yürümemizin şimdi kalmayan anlamıyla iki misli yorgun, toprağa bir daha kalkabileceğimize dair hiç ümidimiz olmadan yığıldık. Hepimizde doğup büyüdüğümüz ülkelerin sahteliğine isyan ederek, hakiki bir beldeyi bulmak için hatırlayamadığımız kadar uzun zamandır seferdeydik.

Sayısını hatırlayamadığımız kadar çok dağı, ovayı, nehri, ummanı aşıp; bin bir badireden sonra bu yolculuğun en nihayet bir hiç olduğunu öğrendik. Çünkü o nefret ettiğimiz ülkelerin birer parçasını yanımızda taşımıştık.

Kendimizi.

Hayallerimizin uyuşturduğu zihinlerimizde vehmettiklerimizin uyandıktan sonra bir kabus olarak karşımıza çıkmasını elimiz kolumuz bağlı olarak seyretmekten başka ne yapabilirdik ki? Evet bütün hatamız ütopyalarımızın peşinden kuzu kuzu yürüdüğümüzü önce farkedemeyecek kadar kör, ardından da hissettiğimiz halde kendimize bile itiraf edemeyecek korkaklıkta olmamızdandı.

Zaten, bundan sonra geriye dönmeye kalksak bile bir gece yarısı duvarlarından güçlükle kaçtığımız şehrin insanlarına bakacak yüzümüz olmadığı için gönlümüzden geçse de dilediğimizi söze dökmemiz mümkün değildi. Bu amaçsız kalmış kafileyi beraber tutan tek şey kaderlerindeki ortak x-bilinmeyenli denklem olmasına rağmen her an birbirimizi arkadan bıçaklamaya yahut düşeceğimiz bir pusuya karşı tetik davranmaya alışmış; bu yüzden de birbirimizin yüzüne gülerken dahi asıl amacımız dişlerimizi karşı tarafa göstermek olmuştu.

Ayrı ayrı bir hiç olduğumuzu bile bile çözülen bir demetten savrulup, dağılmaya hazırlanıyorduk. Şu anı kurtarmak bizi var olduğumuz konusunda yeteri kadar ikna ediyor, bir adım sonrasında dibimizde belirecek uçuruma aldırmıyorduk.

Avuçlarımızı açtık. Meçhulu fethedeceğimize malumdan dilendik. İğneyle kuyu kazmaya talip olmak bize göre değildi. Dağı itememenin mazeretine sığınıp, başımız büyüklüğünde bir taşı taşıma zahmetine girmeyişimizi mazur gösterecektik.

Zihnimizi ya geçmiş veya gelecekte var olduğunu kabul ettiğimiz muhayyel altın çağlara havale ettik yahut şimdiye kadar hapsettik. Aslında hiçbiri bizi ilgilendirmiyordu. Rahmetten ıslanmaktan korkup sığındığımız kof teselli saçaklarında birbirimizi cennetlik ya da cehennemlik ilân edebildik.

Hâlâ bir kafile olma ihtimali nefes alıp verebiliyorsa buna doğru adım atmak ulaşabilmenin olmazsa olmaz şartı gibi görünüyor burdan. Peki ya orda havalar nasıl?