Şiir otoyola çıkar çıkmaz (dile gelir gelmez) ölen (ölümle yüzleşmek zorunda kalan) bir şeydir.

Bir çeviri kitap üzerine yapılacak söyleşiye uygun olmayacak belki sorularım. Ancak metin Derrida’ya ait olunca da başka bir şey gelmiyor elimden. Derrida gibi zor bir düşünürün kitabını Türkçe’ye çevirme işini kotaran birinin bu soruların muhatabı olabileceğini düşünüyorum. Mazur görülürsem sorularıma geçmek istiyorum. Hem zaten adından çok söz edilmesine rağmen Derrida çevirilerinin çok gecikmesinin sebeplerinden biri de bu değil midir?

 

Türkiye’de çevirmenlik müessesi batıdaki standartlarına, işleyiş biçimine ulaşamadığından ancak birkaç oturmuş, ağır yayınevleri dili çok iyi bilen, çeviriye yatkın insanları keşfedip onlarla çalışıyorlar. Büyük yayınevleri kendi moda-kitaplarını ve de çevirilerini belirleyip bunları okur önüne, izler çevreye sununca bir zaman sonra ne yazık ki avant-garde isimlerin ağır ağır unutulduğunu, hep aynı moda-isimlerin üzerine gidildiğini görmek mümkün oluyor. Yoksa Nietzsche’nin Türkiye’de okurlar tarafından aşırı sevilmesini, Novalis’in Türkçe’ye çevrilmeyi beklemesini, ya da romanda Günter Grass’ın, Heinrich Böll’ün Türkiye’de tutulmasını ama diğer taraftan örneğin Heiner Müller’in, Karin Struck’un unutulmasını neye bağlamak gerekiyor. Çevirilerdeki bu entelektüel boşluk biraz da vicdanı sızlaması gereken çevirmenin üzerine vazifedir. Türk Aydınlanmasını düşünen, çeviriyi de Türk Aydınlanması için bir olmazsa olmaz koşul kabul eden, etmesi gereken çevirmen, entelektüel bilinçleriyle sürekli aynı popüler filozoflara, aynı popüler şair ve romancılara eğilmemelidir. Türkiye’de eksikliği hissedilen zihinsel boşluğu araştırmalı, hakkı yenen filozof, şair ve romancılar varsa onları bulmalı, oturmalı ve onları anadile çevirmelidir. Türkiye’de yüzlerce Romanist, Germanist, Anglist varken, üniversitelerde bunca Almanca, İngilizce, Fransızca akademisyen ve kült çevirmenler maaş alırken 2000’li yıllarda düşün dünyamızda bir Kristeva, bir Irigaray, bir Lacan, bir Derrida, bir Otto Rank, bir Bruno Bettelheim’ı hala anadilimizde okuyamıyorsak bu birilerinin taşın/işin altına elini atmadığını göstermektedir. Bugün bu ağır filozofların, (Derrida, Lacan, Rank, Husserl) ağır metinlerin Türkçe’de olmamasını biraz da Türkiyede o filozofların okulunu temsil eden entelektüellerin vurdumduymazlığına, başka işlerle uğraşmalarına bağlamak gerekiyor. Bakın Baudrillard’ın talebesi, ondan ders almış Oğuz Adanır hem hocasının çevirilerini yüklenmiş onları neredeyse tek başına çeviriyor, hem de onun kendi üzerindeki tesirini inkar etmeden orijinal metinler kaleme alıyor. Türkiye’de talebenin hocası ile hava atması yerine, hocasının tüm metinlerini Türk zihin dünyasına aktarmayı kendine şiar edinmiş aydınlara ihtiyaç vardır. Baudrillard konusunda bir aksama yok. Peki “Türkiye’de Derrida okulu, Lacan okulu ne yapıyor?” dendiğinde –Şiir nedir?’in Önsöz’ünde zaten Alp Tümertekin’i bir istisna kabul etmiştik- öğrencilerinin, çevrilmeyi bekleyen büyük ve zor filozofların Türkiye’deki müdavimlerinin ve kompetanlarının özel sayılar, hakkında makaleler yazmak yerine acilen bu filozofların birincil eserlerini çevirmeleri artık bir zorunluluk haline gelmiştir.

Giriş yazısının hemen öncesindeki sayfada bir şekil var. Derrida’nın çizdiği bir şey mi o? Nedir bu şekil?

Giriş yazısının hemen öncesindeki o şekil Derrida’nın kendi çizimidir. Bu “Şiir Nedir?” adlı poetik metnin bir anlamda vizüel bir uzantısıdır. Derrida’nın bu yazıda anlatmaya çalıştığı tüm sorunsalın adeta şekle dökülmesidir. Bir kirpi resmidir. Yuvarlak büyük halka bu kirpinin büyük gövdesi, sağdaki çıkıntı yüzüdür. Kirpinin içindeki yazılar “str” onun “istrice” yani kirpi olduğunu dillendirir. Derrida’nın poetikasını oluşturacak tüm kavramların “yürek, elips oluşluluk v.s.” bu kirpinin gövde bedenine eklemlenmiştir. Kısacası o Derrida’nın kendi eliyle çizdiği şiir kirpisidir.

Daha kitabın giriş yazısında “Derrida kilidini açmak” diyorsunuz. Çok mu anlaşılmaz biri Derrida? “Anlaşılabilicek” bir şeyler söylüyor mu; kilidin açılma ihtimali var mı?

Felsefi metinler özünde zor metinlerdir. Filozofların ilgi alanları, zaten var olan felsefi terminoloji bu dili zorlaştıran etmenlerdir. Filozof, edebiyat ve şiire meraklıysa ya da sanata eğilimi fazlaysa ağır metinlerinde Nietzsche, Novalis gibi şiirselliğe kayar. Fragmenter yazmaya başlar. Soğuk bir felsefi dille sadece zihinsel bir katharsis de bir filozofun amaçlarından biri olabilir. Husserl, Jaspers bu türden metinler yazar. Bu filozofların o yüzden spesifik okuyucuları ve pek de geniş bir kitleye yayılmayan severleri vardır. Derrida gibi filozoflar güzel sanatlarla içli dışlı olduklarından bir de çok dilli (bir çok dil bilen) filozoflar olduklarından felsefe yaparken dil ile oynamayı severler. Doğaçlamayı, doğaçlarken düşünmeyi hobi haline getirirler. Bir dilde, o dilin tüm oyunları, tüm dil-oyunları -hele de çeviri ediminde- başka bir dile birebir aktarılamamaktadır. Bu noktada devreye açıklamalar, dipnotlar girmektedir. Derrida’nın bugüne kadar çevrilmemesinin nedeni de büyük ihtimalle onun çok esnek, kırılgan, parçalandıkça çoğalan, çok anlamlı dilidir. Çevirmen olarak bizler bu Derrida dilini anadilimize birebir aktaramayacağımızı gördüğümüz anda, bu dili uzun ve açıklamalı şekilde verebileceğimizi farkettiğimizde metinleri çevirmeye başladık. Derrida kilidini açmak aslında özünde bunu taşıyordu. Bir de Alp Tümertekin’in “Marks’ın Hayaletleri”nden sonra “Şiir Nedir?” adında onun poetikasını ve “Mahmuzlar” adı altında Nietzsche çözümlemesini Türkçeye kazandırdığımızdan dolayı “kilidin açıldığını” müjdeledik.

Neden Zümrüdü Anka ya da kartal filan değil de “yere yakın bir” kirpi? Niyedir bu kirpi metaforu?

Her şairin belleğinde bir şiir eğretilemesi vardır. Derrida’nın poetikasında da şiir özü itibarıyla bir kirpi metaforu ile verilmiştir. Ormanlarda, kırsal alanlarda yaşayan, nefes alan, ötelere yolculuğu esas sayan, ötelere açılma telaşındayken otoyola yani tehlikeye inen, tehlikeye indiğinde içe kapanan, içe kapandığında ise tehlikeye açık olan kısa, elips bir şiir kirpisi… Metnin girizgahındaki şiir kirpisi çizimi de göz önüne alındığında Derrida’nın poetikasını bir kirpi çizimi ile şekillendirmeyi tercih ettiği görülmektedir. Bu aslında bir tercih meselesidir.

Derrida’nın kirpisi daha ilk satırlarda kendi üzerine kapanıyor gibi. “Bilgiden vazgeçmek”, “bilge bilgisizlik”… Bu soru (Şiir nedir?) nasıl bir sorudur, şiir nereye aittir ki bunlar isteniyor?

Her nesnenin, ya da her öznenin dışı reddettiği, dıştan bağımsız olmak istediği bir an vardır. Özde bağımsızlık istenci, dışa kapanma-içe açılma arzusu Derrida’nın şiiri (kirpisi) için de geçerlidir. Olumlu anlamda kendisi ile iletişime geçecek, kendisini deşmekle birlikte kendisini eskitecek, yıpratacak tüm etkilere (orman, otoyol) kapalıdır. Bu içe dönüşü, kendi üzerine kapalılığı siz ister İsmet Özel’in “Of Not Beeing a Jew” şiirindeki “Kalbine dön!” ricasıyla hatta emriyle destekler, ister desteklemezsiniz, sonuçta içe dönmenin kalbe veya yüreğe dönmenin, kendini çoğaltmanın bir yolu olduğu da muhakkaktır. Tevfik Fikret her ne kadar kendi içine kapanan, kendi üzerine örtünen bir kirpi olarak “öteki metinleri” okumadığını söylüyorsa da zamanla bu okumama edimiyle birlikte kendine ait bir (kapanış) tarzı oluşturmuştur. Bugün bir Fikret şiiri nasıl inkar edilemezse, Derrida’nın “bilge bilgisizliğinde” “bilgiden vazgeçiş”inde de bu tarz yeni bir bilgi (episteme) arayışı ve yolu bulunur. Yoksa Derrida’nın “Şiir Nedir?”inde bilgiden vazgeçmekten bahsesderken kültürlerarası bilgilerden faydalanmasını, şiirin veri tabanı olan Türk kavramını açarken Arap dilinde “hafıza en zahri kalb” kalıbını bilerek okurlarına sunmasını nasıl açıklamalıdır?

Şöyle bir şey diyebilir miyiz: Şiir daha otoyola çıkar çıkmaz (dile gelir gelmez) ölen (ölümle yüzleşmek zorunda kalan) bir şeydir? Bu durumda Şair’in Şiir’i hiç olmayacak mıdır? Bu “aporetik bağlılık”tan kurutuluş yok mu? Ya da buradan “şiir bu dünyaya ait değildir” anlamı çıkarılabilir mi?

Şiir otoyola çıkar çıkmaz (dile gelir gelmez) ölen (ölümle yüzleşmek zorunda kalan) bir şeydir. Bu doğrudur. Ama şiirin o anlık ölümü, kirpinin ölümü üzerine gelen tüm tehlike için bir çoğalma edimidir. Şairler kirpilerinin ölümünden korkmazlar. Çünkü çok zamandan beri sadece tehlikeye, otoyola şiir göndermek için şiirlerini oluşturmuşlardır. Bu artık içgüdüsel hale gelmiştir. Şiir yazan, kirpi üreten herkes bu şiiri (kirpiyi) birilerine göstermek isteyecek, ötekiyle paylaştırmak, tehlikeye açık tutmak zorunda kalacaktır. Timsah yavrularının doğar doğmaz yönlerini denize çevirip, denize doğru adım atmalarını, şiir yazan şairlerin bu metinlerine aynen uyarlayabiliriz. Şair şiir yazar, şiir özünde otoyola çıkma, tehlikeyle karşılaşma güdüsünü barındırır. Otoyolda ölür ya da ölmez. Bu aporetik bağlılık kirpinin bedeninde ve özünde vardır.

Bir top gibi kendi üzerine kapanan kirpi tehlikenin ne olduğunu biliyor mu?

Altıncı soruda da açıkladığım gibi yusyuvarlak kendi üzerine kapanan bir top gibi yumulan şiir elips oluşluğuyla içe yönelme ediminin, kapalılığın tehlikeye açıklığın bir simgesidir. Derrida’ya göre şiir nesnel ve görünüşte unutulmuş olsa da özünde kısa, ruhuna ve seslendirilişine göre eliptik ve eksiltili olmalıdır. Bu onun özgürlüğünün bilge bilinçdışılığıdır. Şiir kirpisi bu küçük, eliptik oluşu, içe kapanışıyla bir anlamda kendini çoğaltan ama dıştaki gelişmeleri görmeyen bir körlüğe sahiptir. İçe kapanma için ilkin tehlikeyi fark etmek gerekir. Şiir bunu yapar, ama şiirde bazen sadece tehlikenin üzerine geldiğini görmek ve fark etmek bundan dolayı kapanmak yeterli olmayabilir.

Bu “yürektenlik” (yürekten ezbere öğrenme) meselesi… “Bu Dilin ötesinde bir şeydir” diyor Derrida. Yani (Divan ve Tasavvuf şiirini hep aklımızda tutarak) diyebilir miyiz; bu dil değildir Dîl’dir?

Derrida’nın poli-kültürel, bi-lingual bilinci, bilgiye susuzluğu (Wissensdurst) yapıtlarında göze çarpar. Yazdığı felsefi metinler nasıl sadece felsefi bir disiplinin kısıtlı bilgisiyle sınırlandırılamaz diğer disiplinlerle örtüştürülürse (plastik sanatlar, resim, sinema edebiyat) Derrida belleğinin çok dil bilgisi de metinlerinde bir o kadar farklı kültürlerin harmanlanmasını sağlamıştır. Derin Almancası, doğu ve Jung’da da görülen tasavvuf merakı Derrida metinlerini çoğaltmış, onları çok-kültürlü metinler haline getirmiştir. Bu açıdan Derrida’nın “yürekten ezbere öğrenmek” kalıbı ya da “ezbere öğrenmek” kalıbı için Arap dilinden “hafıza en zahri kalp” kalıbını kullanmasaydı Derrida’nın yapıtlarında ve felsefi sisteminde Tasavvufa bir köprü atmamız zorlaşacaktı. Ama Derrida’nın kullandığı “hafıza en zahri kalb” gün gibi metinde gözükürken sizin söylediğiniz daha doğru gibime geliyor.

Anadolu’da “yüreğime indi” diye bir tabir vardır. Günlük dildeki olumsuz çağrışımlarına rağmen bu ifade (hem “yürek”, hem “inme” kelimelerinin inisiyatik çağrışımlarını hesaba katarak) Derrida’nın kurduğu şiir ve yürek bağlantısını ifade edici olabilir gibi geliyor bana. Ne dersiniz?

Aynen öyle. Şiirin yürek ile bağıntısını kim inkar edebilir? İnsanı şiire yönlendiren, iyi ve kötü günlerinde yüreklerinin şahlanışı ya da burkulmasında, coşku ve hüzün halinde şiir sayacımız yürekten başka ne olmuştur sorarım size? Yürekten yazılmayan şiirler bu “akılcı” yada “somut” şiirler olsun ötekinin yüreğine gidebilir mi? Öteki tarafından yürekten anşalılabilir mi? Anadoluda halk bu işi saf yüreğiyle yapmaktadır. Duygular çıplak, tandırdan çıkan ekmek gibi sımsıcaktır. Anadolu halkının yüreğe atfettiği sıcaklık özünde barındırdığı olumsuz çağrışımlarla Derrida’nın şiir yüreği ile paralellikler gösterebilir.

Yayılımdaki şiir “yürekten” midir, “yürek şeytanı”ndan mı?

Tasavvufu iyi bilenler kalbin hem “Allah evi”, “Makrokozmosa sığmayan Allah’ın sığdığı yegane yer” olmasının yanında Gazzali’nin İhya-u Ulum’unda da bahsettiği gibi şeytanın vesvese vermek için insanın sol omzuna oturup vesvese ipiyle bir topaç gibi çevirdiği “şeytan barınağı”dır. Bana göre şiirin şeytani olanı da şeytani olmayanı da vardır. Bir şiir ekmek bıçağı gibi isterse ekmek, isterse de boğaz kesebilir. Peygambere hasredilen şiirlerle, peygamberin karalanması ve lanetlenmesi için yazılmış şiirler bu durumu açıklayabilir. Kirpinin fıtratı iyi bir kirpi mi kötü bir kirpi mi olduğunu gösterir.

Bir de bu “eksiltililik” öngörüsü… Bu Tanpınar’ın “Şiir, söylemekten ziyade bir susma işidir” ifadesindeki duruma pek benzemiyor gibi. Daha çok “bilge bilgisizlik”le filan mı alakalı?

Susmanın, o kadim sessizlik halinin, güzel sanatlardaki yeri iyi kullanıldığında ondan olumlu ve iyi işler çıkarılabilir. Beethoven’in müziklerinde dinleyicilere vurup duran es’ler, İsmet Özel’in ve Behcet Necatigil şiirlerindeki “kekeme hal”, Exupery’nin “Küçük Kral”ında anlatılan ve padişaha sunulan kutu, Theo Angelopoulos’un filmlerinde izleyiciye gösterilmeyen “kara sekanslar” susma halleridir. Şiir söylendiğinde artık bitmiştir. Ya çoğalır ya eksilir. Ama susku henüz hiç dillendirilmediğinden, saklanmış, örtülmüş şey olduğundan etkisi büyüktür. Bir de tasavvufi açıdan baktığımızda bizim kültürde ya bilmeyen susar ya da aşırı bilen –şiddeti zuhurundan susku-, malayani konuşmaktan korkan birisi, Allah’tan korkan birisi için nefes hazinedir. Kısıtlı kullanılır. Bilge bilgisizlik biraz da böyle açıklanmalıdır. “Cahil cesurdur!” az bilgi ile ortaya atılır. Bilge ise hiçbir zaman bilge olduğunu kabul etmez. İçe kapanır, daha fazla bilgi için didinir, onu arzu eder. Bilgisiyle kibirlenmez.

Şiirin tarif edilemez oluşu gibi bir yargı var. Şimdi sonuçta Derrida, “Şiir Nedir?” sorusunu cevaplamış oluyor mu? Cevabı verilebilir bir soru mudur bu?

Soyut kavramları, hissedilebilir ama tarif edilmesi zor olan şeyleri tarif etmek bir filozofun uğraş alanlarından biri olmasına rağmen neticede filozoflar, “nübüvvet gözlükleri” olmayan ya da herşeyi oktoryal bakış açısından göremeyen insanlardır. Felsefe yaparken ayakları yere basan, yer yer seküler düşünen yaratıklardır. Buna böyle bakıldığında Derrida’nın soyut olan herşeyi tarif etmesi gibi bir kavram olarak şiiri tanımlamasından “Şiir Nedir?” adlı bu metin çıkmıştır. Elimizdeki bu metin Derrida’nın poetikası ise Derrida burada şiirin ne olduğunu, ne olmadığını kısa bir şekilde kendi düşünüşü ve kafa yoruşlarıyla dillendirmiştir. Şiir üzerine insanlık tarihi boyunca herkes birşeyler söylemiş, poetikalar yazılmıştır. Hakiki ve gerçek tanımım hangisi olduğuna karar vermekten ziyade Derrida’nın şiire bakışının tadını çıkarmak gerekmektedir. Yoksa “homos semioticus” olan insanın bulunduğu ruh durumu itibarıyla tanımladığı şiirde hangi tanımın en gerçek tanım olduğunun tartışması bir insanlık tarihi boyunca daha sürüp gider. Evet, Derrida’nın şiir tarifi “Şiir Nedir?”de vardır ve bu tarif nettir, ama bu tarif bir Derridayen tariftir.

Gaston Bachelard’ın “Şairleri okusalardı, filozoflar ne çok şey öğrenirlerdi” cümlesi geldi hatırıma. Derrida’nın “Şiir Nedir?”inden sonra şöyle demek mümkün mü: “Filozofları okusalardı, şairler ne çok şey öğrenirlerdi”? Yoksa şairlerin kendilerini bile zor okudukları bir zamanda “hasetlerinden çatlarlardı” mı demek lazım?

Ben Felsefeyle Edebiyatın birbirlerini çoğaltan, çoğaltması gereken iki disiplin olması gerektiğine inanıyorum. Böyle düşünüldüğünde her filozofun sanat üzerine hele de edebiyat ve şiir üzerine söyleyecekleri, şairlerinse şiirlerini örerken belli bir felsefi perspektiften ve bakış açısından şiirlerini damıtması gerektiği ortaya çıkar. İkisini iyi harmanlayan, bu iki disiplini yedeğine alan entelektüel, bu ister Derrida, Heidegger, Nietzsche gibi filozof ama şiir düşkünü ya da Hilmi Yavuz, Heine, Hölderlin gibi şair ama felsefe düşkünü kişiler olsun bu iki disiplinin avantajıyla varlıklarını çoğaltıp, söyleyişlerini derinleştireceklerdir. Damıtılmış tarza ve saf söyleyişe işte o zaman ereceklerdir. Yoksa felsefi derinliği, söyleyiş yoğunluğu ve ağırlığı olmayan metafor ve eğretileme cümbüşü ya da şiirin tüm unsurlarını içinde barındırmayan, kuru, posası çıkmış hiç de estetik olmayan felsefi lakırdılar bir değer taşır mı?

Söyleşi 2003-Kaşgar dergisinin 35. sayısında yayımlanmıştır.