Genç ve sağlıklı işçilerimizi mızıka eşliğinde kara trenlere bindirerek gönderdiğimiz topraklardayız.

Almanya, Birinci Dünya Savaşı’nda aynı cephede yer alarak birlikte yenildiğimiz, İkinci Dünya Savaşı’nda bir süreliğine sınır komşuluğu yaptığımız, yitirdiği her iki savaştan sonra da çabucak ayağa kalkabilen ülke.

Almanya, Türkiye’nin 1961 yılı Ekim ayının 30’uncu günü on iki maddelik İş Gücü Anlaşması yaptığı, önceden başlayan göçün 1961 yılı Eylül ayının 1’inci gününden geçerli olacak şekilde böylece resmîleştiği devlet.

Sirkeci Garı’ndan kalkıyordu Almanya treni.

Latif Çelik tarafından kaleme alınan Göçtürklerin Türkiye Ve Almanya Açısından Önemi başlıklı yazıdaki bilgiye göre, Antlaşma gereği Almanya’ya işçi götüren ilk tren, Münih’e gitmek üzere Sirkeci’den ayrıldığında, 1961 yılı Kasım ayının 03’üymüş ve saat on dört buçuğu gösteriyormuş. Köln’deki Ford Fabrikası’nda çalıştırılacak altmış sekiz yolcusuyla birlikte yaklaşık elli saat boyunca hırpalamış rayları.

Firuzan, Haraç adlı hikâyesinde şu tümcelerle yansıtıyor bir Sirkeci gününü: “Ne kalabalıktı! Bir sürü kucağı çocuklu kadın, Sirkeci’de trenin orda saçılmış duruyordu. Ayakları yün patikli, büyük kulaklı bebeler arada bir ağlamadır tutturuyorlardı. Yazdı. Kadınların çoğu gençti, başörtülüydüler. Erkekler vagonların penceresinden lâcivert giyimleriyle bakıyor, aynı şeyleri söylüyorlardı. Ana-baba günüydü o Almanya günü.”

Yusuf Nalkesen’in Hicaz makamındaki eseri kim bilir kaç kişinin dudaklarındaydı o günlerde? Şarkının kavuştağı şöyledir: “Gitmek mi zor kalmak mı zor/ O sabahı gel bana sor”.

Hem daha acılı hem de o yolculuklara özgü bir şarkı dileyenler için Ferdi Tayfur söylüyor: “Almanya treni kalkıyor gardan/ Gönül ister mi hiç ayrılmak yârdan”.

Almanya adlı iki devlet vardı o vakitler.

Almanya Federal Cumhuriyeti adı verilen Kapitalist Batı Almanya ve Alman Demokratik Cumhuriyeti adı verilen Komünist Doğu Almanya.

Komünizmi, Alman felsefeciler Karl Marx ve Friedrich Engels tasarlamışlardı ancak Almanya’nın payına Nazizm düşmüştü. Nazizm’in yenilgisi üzerine ise Almanya’nın bir bölümünü uzunca bir süre Sovyet Komünizmi yönetti.

Albert Camus, Tahsin Yücel’in Başkaldıran İnsan adıyla çevirdiği eserinde şöyle diyor: “Faşizm ile Rus komünizminin ereklerini özdeşleştirmek doğru olmaz. Birincisi, cellâdı cellâdın kendisinin göklere çıkarışını simgeler. İkincisi, daha acıklı bir biçimde, cellâdı kurbanların göklere çıkarışını.”

Devam ediyor Camus: “Birincisi, bütün insanları kurtarmayı hiçbir zaman düşlememiş, ancak geri kalanları boyunduruk altına alarak birkaçını kurtarmayı düşünmüştür. İkincisi, en derin ilkesiyle, bütün insanları geçici olarak köleleştirerek hepsini kurtarma ereğini güder.”

Almanya’nın önce faşizmi, ardından komünizmi yaşamış kişileri Camus’nün sözlerini acaba nasıl değerlendirirler?

İnsanlarımız Batı Almanya’ya akın akın geldiler.

Yabancı işçi, konuk işçi olarak geldiler.

Yapılmayan işleri yapacaklardı.

Günter Wallraff’ın benzetisiyle, en aşağıda yer almak üzere geldiler.

Belki burada Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın Almanya’larda Çöpçülerimiz başlıklı şiirini de anımsamak gerekir. Şöyle diyor: “Süpürürüz yaban ellerin sokaklarını; pis el, pis yürek!”

Bir insanı, bir halkı küçülten bir iş olarak görülemez çöpçülük yapmak. Zaten zaman içinde Almanların yaptıkları işlere de el atılacaktır.

Ahmet Haşim’in 1939 yılında kâğıda döktüğü Caddeler başlıklı yazısında, Frankfurt’ta caddelerin çok görkemli göründüklerini fakat işsizlerin, dilencilerin ve fahişelerin bu görüntüyle zıtlık oluşturduklarını söyledikten sonra, “Pembe ve büyük bir elmadır. Fakat içi kurtludur.” dediği Almanya’ya geldiler.

Haşim’in yazısında sözünü ettiği kurtların ne kadarından arınabilmişti bilmiyorum ama İkinci Dünya Savaşı’nın enkazını hızla kaldıran Batı Almanya, başka ülke insanlarının güçlerine ihtiyaç duyacak kalkınmışlığa ulaşmıştı 1950’li yıllarda.

Elmanın dış görünüşü yeterince çekiciydi. Isırası geliyordu bakanın.

Almanya, bir süre çalıştıktan sonra dönmek niyetiyle gelen Türkiye insanının ikinci vatanı, zaman zaman saldırılara uğradığı acı vatanı oldu.

Nermin Abadan Unat, Bitmeyen Göç adlı kitabında, Türk işçilerin karşılaştıkları kimi zorlukları şöyle saptamış: “Türk toplumunda yeni bir yaşam kurmak üzere göç etme geleneğinin bulunmaması, yurt dışına giden Türk işgücünün ağırlıklı olarak kırsal kökenli ve vasıfsız olması, kabul eden ülkelerin başat Hristiyan kültürünü benimsemeleri ve onların karşısında büyük sayılara ulaşan Müslüman sosyal grupların isteklerini karşılamada anlayışsız ve dışlayıcı davranmaları, demokratik değerlerin tam anlamı ile kökleşmemiş olması, Türk sendikacılık tarihinin çok kısa ömürlü olması.”

Benzer ikili işgücü anlaşmaları, 1964 yılında Avusturya, Belçika ve Hollanda, 1965 yılında Fransa, 1967 yılında İsveç devletleriyle imzalandığından, Almanya başta olmak üzere Avrupa’da kısa zaman içinde, önemli sayıda Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı yaşamaya başladı.

Unat’ın kitabındaki çizelgeye göre, Almanya’da 1960 yılında iki bin yedi yüz Türk yaşıyorken, bu sayı 1995 yılında iki milyon on dört bin üç yüz on bire yükselecektir.

Bekir Yıldız’ın Kadınlarımızın Kırkta Biri Almanya İçin Gebe başlıklı bir yazısı var. “Kırk anadan, birisinin çocuğu burada.” Türkiye’nin kırk milyon yurttaşından bir milyonu Almanya’daymış.

Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar adlı romanında, Alaman Kenan için söyle deniliyor: “Bütün isteği Almanya’da bir iş bulmak, tertemiz caddelerde dolaşmak, birbirini aldatmayan insanların arasında yaşamak.”

Böyle bir özlem kınanabilir mi?

Yaşar Kemal’in romanı Tek Kanatlı Kuş’a da bakalım: “Alamanyada işçi buradaki kaymakamdan iyidir. Validen de. Alaman bir arkadaşımız var, diyor ki, siz şanslısınız, Alamanyada işçi olmak Türkiyede fabrikatör olmaktan daha iyidir.”

Cem Karaca’nın Alamanya adlı şarkısında geçen şu sözlere karşı çıkmak olanaksız: “Hem sen bana muhtaçsın, hem de ben sana/ Yoksa ne sen gel derdin, ne ben gelirdim”.

Sonuç olarak, bir tarafa işçi, diğer tarafa iş gerekliydi. Çağıranlar isteyerek çağırmışlardı, gelenler isteyerek gelmişlerdi.

Gelen de gelinen de o ara durumdan hoşnuttu.