“Allah’ın Adamları”, 2020 yılının Ocak ayında kitapçı raflarında yerini alan, Sadık Yalsızuçanlar’ın son öykü kitabı. Profil Yayınları’ndan çıkan kitap, adını Adanalıların “Adanalıyık, Allah’ın adamıyık.” sözünden alıyor, elbette ki sözün özüne düzelti ile. İçinde ‘Deli Tomarı’ kitabında yer alan deli öykülerinin devamı ile hayvan ve velî öyküleri bulunuyor. Bunların dışında da farklı değiniler var, onları da yazının ilerleyen sürecinde ele alacağım. Sadık Yalsızuçanlar’ın pek çok kişi tarafından derviş olarak tasavvur edilmesi, tasavvufa ilişkin değinileri, gönül adamı olması, tevâzusu ve dahasında yatıyor. ‘Deli Tomarı’ adlı kitabında olduğu gibi bu eserde de aynı yüksek ruhla karşılaşıyoruz. Dupduru bir Türkçe ile okuyucusunu mest ederken, sâkin, açık üslubuyla yormadan akan bir ırmak gibi menzile doğru akışını sürdürüyor. İlk öykülerini de bildiğim için -ki imge yoğunluğu olan öyküleri çoğunluktadır- özellikle son iki kitapta neden böyle bir dil seçtiği üzerinde duruyorum. Çünkü modern öykücülükte, birey tasavvuru imgelere hapsediliyor. Sık sık rastladığımız moderniteden sızlanmanın, şikayet etmenin içine işlediği örnekler, bize, yaşamın neresinde ve ne tür bir kuşatmanın içinde olduğumuz, nasıl kurtulacağımız konusunda hiçbir fikir vermiyor. Üstelik kuşatmanın üstü her seferinde başka kalemle çizildiği için duvarlar kalınlaşıp kelimelerin muhatabı olan kişiyi de ümitsizliğe sevk ediyor. Keza Türk şiiri de bu minvalde ilerliyor, lakin konumuz bu olmadığı için tekrar kitaba dönecek olursak Sadık Yalsızuçanlar’ın, okuyucusunu herkesin görebildiği yalın bir dünyaya götürdüğünü teslim etmek gerekiyor. Bu dünyanın içinde deliler, velîler, hayvanlar, bitkiler ve kötülüğe direnen diğer insanlar var. Modern insan dışında tüm motifler uyum içinde, dünya da o uyum içinde dönüyor. Ancak modern insan yine öykülerin kıyısından köşesinden çıkıp abus suratını göstermekte gecikmiyor. Bu manzaraya bakınca ustanın bize yol gösterdiğini düşünüyorum. Özellikle akılcılık, iş dünyası, tüketim çılgınlığı ortasındaki insana şunu söylüyor: “Hey! Akıllı! Eğer bakış açını değiştirmezsen o dünyada hep yalnız kalacaksın.” Böylece bizi delilerin, velîlerin, hayvanların, bitkilerin modernleşmemiş ancak modern insanın tâcizine maruz kalmış dünyasına çekiyor. Bir eli aralanmış kapıda, bizi bekliyor. Bu dünya içinde ilk değinmek istediklerim, deliler. Her biri Anadolu’nun farklı noktalarından getirilmiş deli mi velî mi olduğu halkça tam olarak anlaşılmayan, anlaşılamadan dünya değiştiren insanların öyküleri. Bu öykülerde ortak olan şey hepsinde hâlden dile aktarılan bir yaşantı olduğu. “Ooh mis gibi reyhân kokuyor”, “Amanın bir geliyor, amanın bir geliyor”, “Gelmeyecek” gibi hâlden dile aktarılan hayatları, gündelik hayatın meşgalesinde ‘akıllı, normal’ olarak kendini tanımlayan insanın gözünde çözülemeyen bilmece olarak son buluyor. Neredeyse tüm öyküler ölümle sonlanıyor ve usta, ölüm yerine göç gelimesini kullanmayı tercih ediyor. Tenin elbise, ruhun hakikat olarak kabul edildiği Anadolu irfanının tüm detaylarını bu öykülerde görmek mümkün. Delileri anlatan bu öyküler bana Hz.Mevlâna’nın şu sözlerini hatırlatıyor:
“Her gün bir yerden göçmek ne iyi / Her gün bir yere konmak ne güzel / Bulanmadan, donmadan akmak, ne hoş / Dünle beraber gitti cancağızım / Ne kadar söz varsa düne ait / Şimdi yeni şeyler söylemek lâzım…”

Bir diğer husus geçmişe vefâ. Hz.Pîr’e (yâni Hz. Mevlâna’ya) her fırsatta değiniliyor elbette. Hz.Pîr, genelde öykülerin baş köşesine buyur ediliyor. Diğer yandan mûsikînin üstatları Kutbünnâyî Osman Dede, Hüseyin Fahreddîn Dede, Hammâmîzâde İsmâîl Dede-Efendi’yi öykülerinde ağırlamaktan oldukça hoşnut gözüküyor. Hatta Şeyh Gâlip, Ali Nutkî Dede, Abdürrahim Künhî Dede, Abdulbâki Nâsır Dede, Recep Hüsnü Dede ve dahası. Hâlihazırdaki müzik, mûsikî ayrımı ve meseleler üzerinde de duruyor. Mehmet Âkif Ersoy’un ölmeden önce Türkiye’de yaşadığı zorluklar, Afiyet Sıddıkî’nin yaşadığı zulüm gibi ince noktalara da temas ediyor usta. Özellikle mûsikî değinilerinden de anlıyoruz ki, usta, bu alanı da modernliğin çıkış kapısı olarak görüyor. Hakkı da var elbette. Geçmişe vefa gösterirken gündemden de kopmuyor usta. Bir taraftan Trump’a gönderme yapıyor, 15 Temmuz’u anıyor, diğer taraftan zincirle zor zaptettikleri pitbula hamile kediyi parçalatan gençlere değiniyor. Her türlü gündemin nabzını tutarken boğucu kötülüğün sardığı öykülerin içine iyi insanlarla iyi tohumlar bırakıyor. Kötücülün umutsuzluğu yerine de “Bakalım mevlâm neyler, neylerse güzel eyler.” kapısını. Her kuşaktan okuyucuyu sarabilecek anlatı gücüne sahip kitapta dünyayı yeniden kurgulamak yerine kar-boran, çöl-fırtına sanılan dünyanın bilinmeyen köşelerinde yemyeşil bahçeler gösteriyor: Kimi deniz kenarı, kimi köy ormanı, kimi şehrin tam ortası. Bu bahçede bize hayvanların ve bitkilerin dünyasını açıyor. Alışkanlıklarının esiri olan modern insanın, unuttuğu, görmediği, kendisi gibi alışkanlıklar içinde algıladığı canlıların dünyasını. Tüm bu anlatıları ortaya koyarken kendinden, çevresinden, şahit olduğu ve bizzat olayın içindeki şahısların anlattığı yaşantılardan bahsetme cesaretini de gösteriyor. Özellikle kedi ve köpek üzerine kurgulanan öykülerin büyük ölçüde yaşanmış hikâyelerden yola çıkılarak yazıldığını varsayarsak bir sonrakinin yaşanmış ve hayvanların çokça yer aldığı bir kitap olacağını söyleyebiliriz. Kitabı okurken sık sık hatrıma gelen, annemden dinlediğim bir hikâye de benim duruşumu özetliyor. Şöyle: Halka yabancı ârife âşina bir adam hemen her gün çarşıdan geçermiş. Geçerken uzun paltosunu iyice toplar, kimseye sürtünmeden yoluna devam edermiş. Hakikat arayıcısı bir âdemin ilgisini çekmiş bu hâl. İşi gücü bırakıp uzun paltolu adamı takip etmeye başlamış. Aynı hâli defalarca gözlemleyince yanına gidip sormaya karar vermiş. Demiş ki: “Uzun zamandır sizi takip ediyorum, çarşıdan her geçtiğinizde paltonuzun eteklerini topluyosunuz, nedeni nedir?” Adam, “Anlatsam anlamazsın, göstersem dayanamazsın.” demiş. Israr üzerine ısrar eden adamın gözündeki hakikat aşkını da gören esrârengiz adam, “Peki, şunu da unutma, gördüklerin ve konuştuklarımız sırdır.” diye tembihledikten sonra “Hadi şimdi gir paltomun içine” deyip onu paltonun içine almış. Adam paltonun içinden dışarıya bakıyormuş ama neredeyse hiç insan göremiyormuş. Çarşı domuzlar, kediler, maymunlar, eşeklerle doluymuş. Bir süre sonra “Dayanamıyorum, çıkar beni.” deyince adam onu paltodan çıkarıvermiş. “Nedir bu?” diye sormuş hakikat arayıcısı. Uzun paltolu adam, “Gördüklerin hakikattir. İnsanlar yüksek ruhlarını kaybedince tutkularını simgeleyen hayvanlara dönüşürler, yalnızca içindeki sevgiyi, iyiliği, merhameti yaşatmaya devam edenler beşer olarak kalırlar.” demiş. Ben de hakikat arayıcısı olarak ustanın eteklerine yapıştım, paltosu içinde çarşı pazar gezip dünyaya ve insana baktım, ‘güncelin pisliği tüm şiddetiyle akadursun merhametin nehri ne durmaktan ne de arındırmaktan vazgeçiyor’ hakikatini yeniden gördüm.Sözün sonuna yaklaşırken ‘anne’ adlı öyküye özel yer açmak istiyorum. Öksüz biri olarak öyküyü diğerlerinden ayırdığımı itiraf etmeliyim. Ustanın içtenliği, duygularını yansıtmadaki mahareti de öyküyü bambaşka bir noktaya taşıyor. Kitaptaki tüm öykülerden farklı olarak belirginleşen anne figürü kitabın da özeti olarak duruyor. İnsan; bağlı olduğu Yüce; acının, kaygının, hazzın, ölümün, doğumun, dünün, bugünün, yarının içinde sınırsız merhamet ışığı. Yazıyı yine aynı öyküden bir alıntıyla sonlandırayım: “Felç geçirip hastaneye kaldırıldığını, kardeşim aramış haber vermişti. Geldiğimde başındaydı, ağlıyordu. Yüzünü, ondaki sırların birkaçını, göz rengini, yanağındaki et benini o zaman fark edebildim. Bir şeye sürekli ve bütün varlığınızla bakınca o şey ruhunuza sızıyor. Yüzün de öyleydi. Uzun uzun baktım. Felçli elini tutup eğildim, yanağından öperken, “anne” dedim. Birden gözlerin nemlendi, yanağından yaş süzüldü. Bir şeyler söyledin, anlayamadım. Diğer elinle başımı eğmeye çalıştın, eğilince kulağıma, “Bir daha söyle,” dedin. İlkin anlamadım. Sonra fark ettim. Benim de gözümden yaşlar süzüldü. Tekrar, ağız dolusu, “anne” dedim. Sonra her cümlenin başında veya sonunda anne dedim. Anne… Anne… Anne.”